DOLUNAY AKER HAKKINDA


28 Aralık 2019 Cumartesi

Barış Acar’la Bitmeyen Tanzimat çevresinde Türkiye Avangardının Olanağı


Barış Acar ile geçtiğimiz aylarda yayımlanan Bitmeyen Tanzimat kitabı üzerine, sosyal medya üzerinden bulabildiğimiz her aralıkta, iş aralarında, yollarda, cafe’lerde, gerilla taktiğiyle bir söyleşi yaptık. Avangardın Türkiye’deki pozisyonundan başlayıp politikaya, şiire, 90’lardan bugüne öykü dünyamıza odaklandık.


Dolunay Aker: Avangardın Türkiye’de meşrulaştırılması zor. Sizce neden? Zihinsel bir kopukluk mu?

Barış Acar: Öncelikle şu: Kendini tarihsel olarak görmeyen, “şimdi”de yaşadığını söyleyen bir şeyin varlığının olmadığını söylemek kendi içinde çelişik. Avangard, akışın kendisi. Sanat yapma ediminin varlıkta düğümlendiği noktalar avangardın meselesi olmadı hiç. Bu anlamda avangard var, ama varlığa dokunuşu başka. Ancak tabii yokluğunu öne sürerken haksız değilsin. Zira yerleşik sanat tarihi diskurunu izliyorsun. Bense oradan bir an evvel ayrılmamız gerektiğini söylüyorum. Çünkü avangard orada hiç varolmadı. Sadece sanat tarihi, üsluplar şeklindeki garip kategorilendirmeleri içine bazı yerlere istiflenmiş acayip (weird) öbekler olarak onları kendi anlatısına dahil etmeye çalıştı. Oysa avangard sanat tarihinden kaçmanın adıdır ve bu Türkiye’de de vardır. Daha doğrusu sanat yapılan her yerde avangard vardır. İşte burada bir ayrım gözüküyor. Zira sanat bohçasına tıkıştırılan bir çok şeyi dışarı çıkarmak, yanımıza alacaklarımızı sıkı bir gözden geçirmek gerekiyor avangard lehine yazılmış bir sanat tarihinden bahis açtığımızda. Mesele de tam olarak bu zaten.

Sen diğer soruyu girmeden ben hemen bir salvo daha yapayım. Yukarıdaki ifadelerin bir sürü kişiyi kaşıyacağına adım gibi eminim. Şöyle diyecekler: “Sen kimin bohçasından kimi çıkartıyorsun. İşte, seçkincilik.” Bu reaksiyon suyunu 90’ların neoliberal ikliminden alıyor. Dikkat et, bunu söyleyenler bohçada yeri sağlam olanlar, en azından kendilerini öyle sananlar. Mesajın içeriğinden ziyade konuşmanın yönü  bir lafı politik yapar. Avangardlar müzeleri yakmak isteyen adamlardı. Müzede yer kapmak için yarışanlar değil. Bunu unutmamak lazım. Sanat tarihi tam da bunu unutturma mekanizması olarak işliyor bugün. Böyle düşündüğünde bohçanın boşaltılmasının anlamı da, seçilmişlerin kimliği de gün gibi ortaya çıkar. Avangardların yaşama karışma isteği istilacıları dışarı çıkarmadan gerçekleşmez. Niezscheci anlamda “yaşama isteği” ya da bizim kullandığımız anlamda “politika” budur.


Dolunay Aker: Akış kavramı Avangard’ı anlamada hayati gibi duruyor. Çünkü biz olaylar silsilesine güveniriz. O güvenli bölgeden konuşuruz. Tarihselleştirir, o tarihi de sunarız. Evcilleştirilmiş tarih yazımı. Avangard dışında bu yazımın, hareket halinde. “Avangard, sanat tarihinden kaçmanın adıdır.” söylemi bana Klee’nin Angelus Novus resmini anımsattı. Kaçarken akışı izleyen ama kopmanın da başlatıcısı, kopuşa tanık.

Beni avangardın tacizi cezbediyor. Provakasyonla bir arada yürütülen, kendi sanatını da provoke eden ve bu eylemi sanatın o resmî tarihinin, gözlerinin (çünkü izlemeyi severler) içine baka baka yapan, o tutuşturucu öznenin zamana sabitlenmemiş kıvraklığı.

Politik argüman açısından da Avangard süratsiz, istilacının aksine estetiği anti bir parantezle konuşup soru sormaktan kaçınmıyor. Soru sormaktan kaçınana nasıl bir taktikle yaklaşmak gerekir?

Barış Acar: Yaklaşmamak gerekir. Bizim işimiz soru sormaktan kaçanlarla değil, soru sorunlarla. Sorularla... Cevapları bilenlerin iktidarına karşı bir mücadele bu. Avangard soru sorma lehine oyunu tersine çevirmek demek.


Dolunay Aker: Konuşmanın geriye alındığı bu süreçte sanatçının tavrı ne olmalıdır? Sistemin ve sanatçının, özellikle sanatçının itaatkâr dağarı “yeni”yi öteliyor, “yeni” derken yeninin de satılmasına karşı çıkan yeni’den bahsediyorum. Mealen Peter Gay’den aktararak modernistlerin de bir gün klasikleşeceği tezine katılıyor musun? Rimbaud’yu düşünebiliriz. İkonlaşan Rimbaud silüeti, aşınmanın göstergesi olamaz mı? Whitman ya da Eliot diyemiyoruz onlar daha tüketilmediler. Tüketimin sanatla sürekli köşe kapmaca oyunu, muhattaplar kaçak güreşiyor bu oyunda. “Sahne” neresidir?

Barış Acar: Romantikler, sembolistler, modernistler, çağdaşlar, bunların hepsi klasikleşti. Klasikle kastın ne olduğu açık değildir her zaman. Bir dönem mi kastediliyor, yoksa bir çağın normlaşmış değerleri mi? Çok da önemli değil. Zira bu imayla ne kastedildiğini herkes anlar. Denge, oran, harmoni, genelgeçerlik vb. Klasik denince gözde canlananlar aşağı yukarı bunlardıur. Bu yönüyle de klasik demek egemen demektir. Aklın süzgecinden geçirilerek nomos’a dönüşmüş şey demektir klasik. Akademiler örneğin her zaman klasik olmak zorundadır. Bu, Bauhaus’ta da böyledir misal. Sizin “yeni”niz günü gelir klasik olur. Bu demek ki birileri onu, dar, yetersiz, can sıkıcı bulmaktadır. Mesele bu dinamiği keşfetmek, onu güzellemek de değil. Çok yavan olurdu böylesi. Bu saptama bizi kurtarmaz çünkü. Mesele tüketim falan da değil. Kendi kendini zincirleyen bu döngünün tanımını yaptığımız yer mesele. Dışarıyı nasıl düzenlediğin, kurduğun. Kurguya karşı kurgunun niteliği. “Kral öldü, yaşasın kral” döngüsüne karşı önerilerinin ne olduğu, sahneyi nasıl kurduğun yani. Sahne orası, bize bir mesafede duruyor. Antik dönemde agora ile köylüler arasındaki mesafe gibi. Sahne mesafeyle ilişkili. Bunu biliyoruz. Mesele şimdi sahne arkasında neler yaptığın. Politika sahnede söylediklerin değil çünkü. Yeni bir sahne kurmak da değil. Rousseaucu biçimde sahne dışını sahnenin içine çekmek ya da... Sahne ile arandaki mesafeyi yeniden düzenlemek. Bunun için gerekirse sahneyi dinamitlemek. Avangardın perspektifi bundan aşağısı değildi hiçbir zaman. Bu yüzden sitüasyonistler avangardın, eğer ki böyle bir şey söyleyebilirsek, gerçek mirasçılarıydı. Kendi kendilerini dinamitlemiyi de ihmal etmediler. Ki bu da mirasın, mirasçının olanaksızlığını gösterir. Zerdüşt izleyenlerini aslanına parçalatır. Burada gizli “güç istenci” avangard için kırılma noktasıdır. Bunun anlamı “yaşam” demektir. Her ok onu gösterir.

***

Barış Acar: Şimdi de söyleşinin yönünü çevirelim bir parça. Madem ki gerilla. Ben sorayım: Barbaları Beklerken benim de çok sevdiğim bir şiir. Lakin Kavafis bunu 1898’de yazıp 1904 yayımlamış. Yüz yılı aşmış biz hâlâ bekliyoruz. Barbarları Kovalarken koyardım ben olsam derginin ismini. Barbarlara biraz fazla tahammül etmedik mi dersin?


Dolunay Aker: Hiç belli olmaz. Belki öyle devam eder ilerde. Alt çağrısı “yeni olanı yap!” olan bir fanzinden her şey beklenebilir. Çok doğru bir tespit. Barbarları Beklerken tam olarak bu amaçla yola çıktı. Adı Beklerken’i imlese de bu kadar çok bekleyen arasında bir şeyler yapmanın ısrarını sürdürmek için. Edebiyat ahalisi konformizmin bataklığında beklemeyi seviyor. Beklerken tereddüt etmediği tek şey yuvasını bırakmamak. Barbarları Beklerken yuvayı bırakanlara bir olanak. Edebiyatçıların bu vurdumduymaz, gözü kapalı sinsiliğine tahammül edemiyorum. Gerilla şunu yapardı: bu yürümeyi bilmeyenleri ayaklarından asacağız bari bu müdahaleyle yaşanan tersliğin, yıkımın farkında olurlar. Sanatçı, idealize olmanın uzağında durmalı. İdealler ne kadar çekici olsa da onların birer retorik olduğunu unutmamalıyız. Barbarları Beklerken cüret istiyor, talepleri var, oturan, hiçbir duruma aldırış etmeyen edebiyatla da edebiyatçıyla da işi yok. Bu yüzyılda Türkiye radikal, entelektüel bir sanatçı portesini yine, yeniden dışlayacak. Dışlanan yerde olacak Barbarları Beklerken. Saldırının geciktiğine ben de kanaat getiriyorum. Ama saldırı hâlâ günceldir, tabanı zorlamanın vaktidir. Kafamı kurcalayan mesele neden sanatçı siyasal söylemi gündemine almıyor, devrimci bir isteği duyamıyoruz. Sanatın politikliği hakkında ülkede konuşanlar angaje olmakla suçlanıyor. Angaje olmanın ya da devrimci bir sanat talebinde bulunmanın bu kadar ilginç gelmesi şaşırtıcı doğrusu. Sanatı bir bağlam çerçevesinde ya da bağlamından çıkararak konuşmak da devrimcidir. Neyi neyle hangi bağlamda konuştuğun, bağlamı hangi raydan çıkardığın önemli.

Barış Acar: “Angaje sanat” ifadesi örneğin bana hemen “yoz sanat”ı anımsatıyor. 90’larda negatif yükle dolan bir ifadeydi bu. Reel politika ile ilgilenmek böyle yaftalanarak dışlanıyordu. Neoliberal yükselişin terimlerindendi bu ve fark etmeden tam karşı kutbunda olduklarını düşündükleri totaliter düşüncenin (yoz sanat Nazilerin terimiydi) yöntemini kullanıyorlardı. Hem de Benjamin falan gibi tümüyle politik figürleri kendilerine nesne edinerek yapıyorlardı bu hamleyi. Sinizmin sözlük karşılığıdır o yılların söz konusu çıkışları. Bugün resim hiç öyle değil ama. Gezi sonrası Türkiye çok değişti. Bakma, insanlar hakkında atıp tutmayı seviyorlar ama net bir sonucu vardı Gezi Direnişi’nin. Politikayı gündeme getirdi. Sanatın politikası bunun içinde kendini yeniden yaratacak ve bu, politika olacak. Polis rejimine karşı angaje olabilen sanat politiktir.


 Dolunay Aker: Elbette politik olma halini sanatın her koşullunda gerçekleştiren özneler bulunuyor. 2000’lerden sonra ki değişim bunun göstergesi. Yeterli olanı, kabul göreni hem sokak da hem sanatta güncellemek sanatın kendi içinde ayaklanmasıydı. Ayaklanmanın diyalektiğini iyi algılayabilirsek Turgut Uyar’ın Toplandılar, Kayayı Delen İncir ve Divan’da ne yaptığını politik bir güç olarak büyütebiliriz. Bu dilin muhafazakâr sınırlarını da aşar. Deneyselin, avangardın, yeni’nin sınırına geliriz. Aynı bakış açısıyla James Joyce’da bir ölçek. İrlanda’nın yozlaşmış figürüne karşı saldırgan bir tutum estetik-politik bir ruh verdi yüzyıla. Sen öyküye de çokça kafa yordun. Şiir, o vakitsiz çıkışını netleştiriyor. Öyküde de bu çıkışın olduğunu söyleyebilir miyiz?


Barış Acar: Bitmeyen Tanzimat’ın önemli başlıklarından biri öykü üzerine. Orada yoğun bir 90’lar tartışması var. Biz bir grup arkadaşla birlikte Bir Bilet: Gidiş-Dönüş dergisini çıkartıyorduk o zamanlar. Sonra bir takım yasal sorunlar nedeniyle Öyküden Bir Bilet: Gidiş-Dönüş oldu derginin ismi. 1997-2003 arasında, iki aylık periyotlarda 6 yıl kesintisiz yayın yaptık. Orası enteresan bir okuldu birçok kişi için. Anakımla hiç ilgisi olmayan, çoğu başka disiplinlerden gelen kişilerdik. Oldukça özgün bir yapı içinde, herkesin katılabildiği açık toplantılarla öykü değerlendirmeleri yapıyorduk yayın öncesi. Herkesin edebiyat tarihi düşündüğü yerde biz yaşamın içinde nasıl kalabileceğimizi düşünüyorduk sanırım. Derginin kurucusu arkadaşlardan birinin, o ya da bu biçimde editöre benzer bir işlev gördüğümüz için kendine ve bize dünyayı nasıl dar ettiğini anımsıyorum hâlâ. Haklıydı ve bu çok değerliydi. Soruna gelirsem, öykü zaman zaman tarihten çıkışa yönelse de bunu hiçbir zaman tam olarak başaramadı sanırım Türkiye’de. Şunu kastediyorum: Şiirde belki zaman zaman başardı. Orada da çok tartışma var ama neticede ürünlerin bir araya geldiği bir deneysel, avangard damardan söz etmek olanaklı, hem de bir çok dönem için. Oysa öyküde böyle bir silkinme girişimi hiçbir zaman örgütlenemedi. Bugünlerde özellikle sanatsal-politik hareketlerin niteliğini tanımlamak için kullandığım bir tamlama var: “bir araya gelmiş tekillikler” diyorum. İşte, öyküde tekillikler hep yapayalnız kaldılar ya da kendilerini öyle konumlandırmayı seçtiler. Bu onlara kendilerini daha özel hissetiriyordu belki. Romantize etmemek lazım buradaki durumu. Bir Bilet: Gidiş-Dönüş’te de biçimsel anlamda keskin çıkışlar olduğu kadar, klasik anlatı formu içinde yetkinleşmek peşinde öyküler çoktu. Yine de bu yan yana oluş yeni bir şeyler söylüyordu bana kalırsa. Benim öykü adına denemelerim orada kendini buldu. O yapı sonlanınca da o enerjiye geri dönmedi bir daha zaten. Pek çok arkadaş için de aynı şekilde olduğunu söyleyebilirim. Bir araya gelmek, örgütlenmek gerekiyordu yeni bir sanatsal politika için. Kendi tekilliğimden yola çıkarak cevaplayacak olursam: Mesela o günlerde parlatılmaya çalışılan bir öykücümüzün Cumhuriyet Kitap’a verdiği bir söyleşinin birbirinden güdük sorularını alt alta yazıp, Abes adı altında yayımlamıştım. Sadece sonuna bir meraklısına not ekleyip, “Kötü oldu biliyorum ama en azından gerçek değil kurmaca.” yazmıştım. Bir başka örnek, Dünya Öykü Günü tartışmaları yapılıyordu o yıllarda. Ankara Öykü Günleri’nin önerisiydi ve bize yürütücülerinin bir kariyer planı olarak görünüyordu daha çok. Hâlâ da öyle olduğunu düşünüyorum; sonraki yıllarda yaptıklarına bak o kimselerin, apaçık görürsün. Suç adlı bir öykü yazmıştım sonrasında. Sadece dergiden bir arkadaşın o toplantıda söz alıp söylediği iki cümleyi alt alta yazmıştım: “Buraya gelirken bir kadını öldürdüm... Çünkü tefeciydi.” Bu, çok güzel bir öyküydü. Hikâyesi olan bir öykü. Polemiği olan bir öykü. Politikası mesajında değil biçiminde olan bir öykü. Dostoyevski’ye bir gönderme değildi. Doğrudan Raskolnikov olma cesaretiydi. Üzerine, müzeye iş üreten sanatçı ile avangardın karşıtlığından başlayıp devrimci politikaya kadar pek çok şey konuşabilirsin. Öykü tam olarak orada bir yerdeydi: Homerosvari bir tarihyazımıyla edebiyat arasında. Klişeler arasında değil. Öyküde benzer bir ruhu daha sonra, 2013 yılında Oğlan Bizim Kız Bizim, Beri Gel Oğlan Beri Gel gibi fanzinlerde buldum ama sanırım yine şiirin parmağı vardı o işte. Güzel bir melezlenmeydi daha doğrusu. Bunun dışında popüler kültür payandası, romana giderken alıştırma bizde öykü, biliyorsun. Biraz fazla tarihçi damarım tuttu bu soruyu cevaplarken. Sıkıldım. Ama anlatmak gerekiyor öte yandan.

Dolunay Aker: Sanatçı, özne olabilecek bir alana sahip mi Türkiye’de? Öznenin duvarları aşarak, nesneleşmeden kendi ‘özgür oyunu’nu oynaması iktidara dayanan piyasayı zorluyor, sanatın bu aşamada yaratacağı alan nedir? Alan hakimiyeti sanatçıyı her anlamda üretemez, yaratamaz, yaratsa da geçinemez hale getirdi. Bu olumsuz koşullara rağmen sanat tarihçisi olarak bir döküm yaptığında söyleyebileceğin ‘kurtarılmış dil’ ne olur? Soruyu emeğin tarafına çekme niyetindeyim  sınıflar, sınıfın çatışması, isyanı, Gezi’nin deneyimleri konuşuluyor fakat sanatçının geçimsiz emeği hakkında küçük dokunuşlar dışından bir protesto yok. En sonda olanın baştan kaydını yapalım.

Barış Acar: Özneleşme her ortamda, en yıkıcı baskı düzenlerinde bile mümkünatı olan bir şey. Özneleşme diyorum,  zira kendisi için üretilmiş öznelik pozisyonları tarafından kapılmadan, kişinin gerçek anlamda politik bir varlık olarak eyleme koşulu ancak “süreç” içinde mümkün. Althusser’in söylediği gibi, özne zaten düzen tarafından kapılmış bir varlığın adı. Ama sorun doğru yönden geliyor. Dil üretimi, alan açma ve bunların sınıfsal pozisyonlar içindeki varlığı... Sanatçı eğer ki illüstratif bir varlık (az önce sözünü ettiğim özne öyle bir şey değil mi?) olmanın ötesine geçecekse kendi dilinin, açtığı alanın sınıfsal konumu meselesini çözebilmek zorunda. Zira o ne kadar başka bir dünya fikrinden yola çıksa (dolayısıyla ütopyası tarafından varlığı bir tür henüz-varlık-olmayan’a doğru aksa da) üretimini yaptığı şu anda, burada, bu sınıfsal belirlenimlerin buyruğu altında soluk alıp veriyor. Hem özneleşme hem de özne tarafından kapılma şeklinde kurgulanmış olan bu ideolojik oyunu bozmanın yolu ideolojinin içinde karşı hamleden geçer. Oysa bizdeki perfpektif sanki “Ben bu düzeneği görüyorum ve görmemle o bozuluyor” şeklinde daha çok. Hegemonyayı görmüş ve ona teslim olmuş bir pozisyon bu. Buraya düşmemek için sınıf sorusu önemli. Gezi direnişinin sanatsal politikası insanlar/ sanatçılar parklarda toplanıp “Şimdi ne yapacağız?”, “Bir karar almamız gerekiyor?”, “Projeksiyonumuz ne?” sorularını sorduğu an kendine direniş hattını çizmiştir. Sanatçı kendi alanını açar. O açtığı alanda dünya kurulur. “Özgür oyun” budur. Bence bugün en büyük problem sanatta bu virtüaliteyi görmeyenlerden geliyor. Onlar boşluğa baka baka sanatın ne olduğunu unutmuşlar.

Dolunay Aker: Konvansiyonel sanatın “bütünü koruma” hastalığı Avangard çıkışlarla sarsıntıya uğradı gibi ama yine de yetersiz duruyor. “Bütün”, şiirin de başına dert. Çağdaş sanat “bütün”e nasıl bakıyor? Şimdi’nin, buradalığın gözü “bütün”nü parçalayabilecek mi?

Barış Acar: Bu soru ilginç oldu. Zira Bitmeyen Tanzimat bu konuyla başlıyor bir bakıma. Nietzsche’nin Wagner’e karşı tutumundan yola çıkıyorum. Bu bütün-parça ilişkisi meselesi sanıldığından karışık. Şöyle ki; Nietzsche, Wagner’e bütünü parçaladığı, “yaşamın bütün içinde barınması”na engel olduğu gerekçesiyle saldırır. "Womit kennzeichnet sich jede litterarische décadence? Damit, dass das Leben nicht mehr im Ganzen wohnt." (Her türlü edebi dekadansın karakteristik özelliği nedir? Yaşamın, artık bütün içinde barınmayışıdır.) Onun gibi bir fragman filozofundan, sistem felsefesi karşıtından bunu duymak ilk bakışta yadırgatıcıdır. Öte yandan saldırdığı Wagner, “Gesamtkunstwerk”in (bütünsel sanat yapıtı/ opera) yaratıcısıdır. Dolayısıyla tam anlamıyla “bütün”e saldırabileceği yerde yaşamın bütün içinde barınmamasından söz ederek ilginç bir pozisyon yaratır Niezsche. Terimlere saplanmamak lazım. Hatta kavramlara bile. Nietzsche bu tutumun filozofudur en çok. Mesele o terimlerle işaret ettiğin şeyin ne olduğudur. Kavramın hangi bağlamı ürettiğine ya da hangi bağlamın hizmetine koşulduğuna bakmazsak gün gelir onun hükmüne gireriz. Bu yüzden Nietzsche yaşamın nerede olduğuna bakar her seferinde. Şunu demek istiyorum: Bu, 90lar sonrası Türkiye’de yaşandı. Mesela “minör”ün kendisi “majör” bir söylem haline geldi. Eğer ki minör-oluştan söz etmiyorsan dolaşıma giremez hale geldin. Bu, “bütün”ün, mutlakçılığın hamlesidir. Postmodernizm dalgası bunu yaptı Türkiye’de. Mesela resim üzerine yazı yazamaz olduk, ille video üzerine yazmak gerekiyordu. Çalıştığım dergilerden anımsıyorum bunu, uydurmuyorum yani. Oysa mesele ne üzerine yazdığın değil, ne yazdığın olmalıydı. Bunu anlatana kadar akla karayı seçiyorduk. Avagard’a geleyim. Ne yapar avangard? Eğer ki bütün iktidardaysa onu parçalar geçer, ama fragman iktidardaysa ne yapacak? Tavrından ödün vermeyecektir. Bu kez de onu bütün lehine bozar. Nietzsche’nin hilesi budur. Yaşamı o ya da bu şekilde dondurmak isteyenlerin iktidarı güçsüzlerin iktidarıdır ona göre. Güç istenci, her koşul altında yaşamı isteme gücü anlamına gelir. Dediğin gibi “buradalığın gözü”nü nerede görse tanır ve o gözü oyar avangard.

Dolunay Aker: Eleştirinin ne’liği üzerine bir soruyla bitirelim: senin Ters Dönmüş Bir Kaplumbağa ile Sanat Üzerine Konuşmalar’da yaptığın şu tanım edebiyattan, eleştiriye, felsefeden, politikaya neredeyse her alanda geçerli: “sırıtanları kanonik bir dille yazmak” Eleştiri, tersine çevirdiği sürece anlamını yerine getiriyor, Türkiye’de eleştirinin bu normali normalleştirme kabuğu kabukla donatma işgüzarlığına “ters” bir yöntem gelecek mi sence?


Barış Acar: Eleştiri demek kanonu sorgulamak demektir. Kanonik eleştiri olmaz. Burada bir oksimoron var, ki bunun eleştirisi bile tutarsızdır. Kantçı “kritik”e yöneltilen kanonik olma iddiasından söz ediyorum. Kant’ta da eleştiri öyle değildir hiçbir zaman. Ama kendi tutumlarındaki kanonik yönü gizlemek isteyenler zaman zaman bir karşı kamp yaratmak için bunu kullanırlar. Böylece hem kendi “güçsüz” iktidarları pekişir hem de eleştiri hamlesini boşa çıkarmış olurlar. Türkiye’nin içine düştüğü bu iktidar çemberinden çıkması gerekiyor. Orası kesin. Bu olası mı? Büyük umutlar taşımasam da olanaklı olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu umut ilkesine oynamak gerektiğini düşünüyorum. Elimizde bir o var. İyimser olmayan umut... Rövaşataya kalkmış oyuncunun her şutu gol olur. Ortalıkta henüz top yoktur, dünya tepetaklak olmuştur, kalenin nerede olduğu bile belli değildir, ama gol olur.

Kitaplık, sayı 205, 2019

Roland Barthes'ın Dostluğu Hepimizin Dostluğu

Yeryüzüne iki kök olarak düşmüş bu iki ismin (Barthes ve Sollers’in) etrafında bazı konuları konuşmak aydınlatıcı olacaktır. Mektup ve iki ‘...