Günbegün siyasetten ve siyasetin olanaklarıyla
oluşturulan kültürden uzaklaşırken Orhan Koçak’ın Polemikler’i geldi. Zor
sorular var Polemikler’de. Kültürün inşası hangi koşullar da olur? Kültür inşa
edilirken kurulan yapı alt katmanlar da bir yıkımı getiriyor mu? Görenin yıkımı
diye adlandırabiliriz bu yıkım metaforunu. İnsanın hızıyla anlaşamayan, o
inşanın oyuklarını ‘gören’ ve gördüğü şeyi söylemekten geri durmayan
‘incinmişler’.
Kültür dinamiğinin nüansları bir vaka gibi duruyor
karşımızda. İnşa, öncelikle orada varolmakla başlar. Sanatçı, entelektüel,
devrimci, sosyalist vb olarak varolmak. Yüzyılın öncü akımlarına baktığımızda
sanatın kağıtla sınırlı kalmadığı, kağıdı gövdeyle birleştirdiği ortada.
Polemikler’in proletkült içerikli yazıları Türkiye’de sanatçının kendisinin
bile konuşmaktan uzak durduğu yere temas ediyor, olmasını istediğimiz uzak
boşluğa. Nedir bu boşluk? Sanatçının sanatın sınırlarını siyasal aktivist güçle
donatması, kültürde yön veren güç olmak, sosyalist bir inşada kültürün zihinsel
örgüsünü sanatçının varlığıyla bitiştirmek. Koçak, bu boşluğun tasviyesini
sorguluyor, resmi tarihin canı istediğinde güzel olan arşivi, gerçekten güzel
mi yoksa anlaşanlar incinmişleri unuttular mı?
Biraz bu dönemeçten ilerleyip sonra Türkiye’de olmayan,
tartışılmayan, gündem dahi yaratmayan proletkült fikrine döneceğim. Polemikler
bu anlamda başlığıyla hafızaya uyarıcı not bırakıyor; unuttuk polemiği,
tartışmayı.
Kutsalın çevrimi: kültür, ideoloji, parti, bilim.
Varlığından şüphe duymadan bir alan, bir cephe, bir ifade, bir yargı
belirtmeden “tarafları” anlamak, anlayıp yoruma (yorumda kalmadan) katılımı
sağlamak olanaksız bugün ve geçen yüzyılda. Geçen yüzyılın olaylarını,
taraflarını, polemiklerini tekrarla boğmaya gerek yok. Koçak, Yüzyıla
Doğru derken, önceyi konuşuyor, “bakın bu görüldü, görülmeliydi, neden
üzerinden atladık” diye soruyor, sorsun, soralım.
“İyi geçinmek” var zeminin sonunda. Tanıdık geliyor değil
mi? İyi geçinen sanatçılar hangi kültürü koşulsuz şartsız seviyorlardı? Kahince
değil yaşantısıyla yıkıma uğrayan Daniil Harms’i konuşmaya hakkımız yok mu?
Onun da mı üzerinden atlayalım? Bugün çok şey yazacağız, bugün çok şey
yazmalıyız.
Sorunun muhattabıda aldırışsız bu konuda, Hüseyin Kıran
Polemikler’e bunu da ekliyor: “Bugün artık soru şudur: Polemik, tarih
sahnesinde bulunma imkânlarını yitirmiş midir; ki yitirmiş olsa gerektir. Bunun
için gerekli “taraflar” epeydir tasfiye olmuşa benzer. Artık varsa bile böyle
taraflar, kimseyle açıktan bir mücadele yürütmeyi bir yöntem olarak bellemez.
Aslında, verili “ruhsal iklim” ve onun ürettiği içsellikler için polemikten
ziyade kaypak bir diyalog mümkündür artık.”1
Siyasi, kültürel ve entelektüel faaliyet eksikliği görüş
bildirmenin ötesinde gizli okumayla yaşıyor bu sancısını. Kızgınlıkla,
küçümsemekle, etkisiz tavırla. Koçak, buna da değiniyor; gören olursa düşünme
pratiğimizde değişir: “En sevdiğiniz yazarın, en sevdiğiniz “düşünce insanının”
yıl 365, ay 30 ve hafta 7 hep aynı şeyi tekrarlamasını ve bunu da etrafa hiç
bakmadan yapıyor olmasını mı tercih edersiniz siz, yoksa düşüncesini (artık
neyse) karşı tarafın açık ya da örtük eleştirisinin içinden geçirip karşınıza
yeni ve mümkünse güçlendirilmiş olarak, havalandırılmış, tazelenmiş olarak
çıkarmasını mı istersiniz?”2
Koçak’ın polemiklerini okurken Thomas Bernhard geliyor
aklıma, özellikle Odun Kesmek. Avusturya sanat çevresinin, burjuvazinin
indirilip kaldırıldığı bu kitap da tökezlemeyen bir şeyler vardır. Hakikat
tökezlemez. Hakikatin tökezlememesi için kitap baştan sona bir saldırı halinde
hasmını gözünün önünden ayırmaz. Hasmın şunu bunu diyerek kolaya kaçmaz
Bernhard. Beğenisi ya da ölçütü hakikatin kendisidir. Solun nedense tahammül
edemediği bir tavırdır bu. Hasmın ortaklaşması düşmanın açıklayacaklarından
iyidir. Gövdede bırakılan açık, doldurulmadan, hazmedilmeden, yayılmadan
giderilmelidir. Yüzyılda dolaşan hayalet gibi. Hayaletin dolaşacağı yer
gözümüzün önü. Belki de Derrida Marx’ın Hayaletleri’ni bunun için yazdı.
Proletkült bir denektaşıydı. Avangard sanatçıların,
radikallerin, uzlaşmazların önünde sonunda karşılaşacağı açmaz. Burada, sınır
akıldır. İşleyen ve düzeni talep eden akıl. Geçici süreliğine rol oynatılan
yeri geldiğinde kısılan akıl. Orada aklın entelektüel bir aşırılıkla teması
yorgunluğu yanına çağırır. Biçim, içerik tartışmalarına girmeyeceğim. Yüzyılın
damarında estetik, kültürel, siyasal bir doruk yaşandı. Soru şurayla
düğümlenmeli: bu doluluğun gölgesinde bizler ne yapıyorduk? Egemen güç,
kısıtlamayı hep sürdürdü, sürdürüyor. Gören, işeten, yazan olacak mı orada
hakikatle polemiği yürüterek.
Breton’un Kültürü Savunmak için Yazarlar Kongresi’nde
yaptığı konuşmayı hatırlayalım. Şöyle diyordu: “Dünyayı değiştirmek” dedi Marx;
“yaşamı değiştirmek” dedi Rimbaud: Bu iki slogan bizim için tektir.”3 dedi,
demeliydik, dedik mi? Sansürün kucağına bir tohum ekmekten başka yapılan nedir
Türkiye’de? Sanatçının hakikati, biraz da tacizdir. Sınırın ötesine taciz.
Sınırı öteleyerek kendisine alan açan taciz. Resimlerin renklerini çiziksiz
bırakmamak. Resimde sınırı zorlayan bir ton arayışı. Sanat bu sınırla konuştu
yüzyılda, konuşuyor. Sonrası...
Sonrasında “zamanlarının çocukları” kendi sansürünü
bekliyor.
Hakikate polemiksiz girilmez.
Dolunay Aker
1- https://t24.com.tr/k24/yazi/kocak-polemikler,2309, Hüseyin Kıran, 2019
2- Polemikler, Orhan Koçak, Metis Yayınları, 2019
3-Şiir, Büyülü Çığlık, Hazırlayan: Aytekin Karaçoban,
Şiirden yayınları, 2017