Barış Acar ile
geçtiğimiz aylarda yayımlanan Bitmeyen Tanzimat kitabı üzerine, sosyal medya
üzerinden bulabildiğimiz her aralıkta, iş aralarında, yollarda, cafe’lerde,
gerilla taktiğiyle bir söyleşi yaptık. Avangardın Türkiye’deki pozisyonundan
başlayıp politikaya, şiire, 90’lardan bugüne öykü dünyamıza odaklandık.
Dolunay Aker: Avangardın
Türkiye’de meşrulaştırılması zor. Sizce neden? Zihinsel bir kopukluk mu?
Barış Acar: Öncelikle şu:
Kendini tarihsel olarak görmeyen, “şimdi”de yaşadığını söyleyen bir şeyin
varlığının olmadığını söylemek kendi içinde çelişik. Avangard, akışın kendisi.
Sanat yapma ediminin varlıkta düğümlendiği noktalar avangardın meselesi olmadı
hiç. Bu anlamda avangard var, ama varlığa dokunuşu başka. Ancak tabii yokluğunu
öne sürerken haksız değilsin. Zira yerleşik sanat tarihi diskurunu izliyorsun.
Bense oradan bir an evvel ayrılmamız gerektiğini söylüyorum. Çünkü avangard
orada hiç varolmadı. Sadece sanat tarihi, üsluplar şeklindeki garip
kategorilendirmeleri içine bazı yerlere istiflenmiş acayip (weird) öbekler
olarak onları kendi anlatısına dahil etmeye çalıştı. Oysa avangard sanat
tarihinden kaçmanın adıdır ve bu Türkiye’de de vardır. Daha doğrusu sanat
yapılan her yerde avangard vardır. İşte burada bir ayrım gözüküyor. Zira sanat
bohçasına tıkıştırılan bir çok şeyi dışarı çıkarmak, yanımıza alacaklarımızı
sıkı bir gözden geçirmek gerekiyor avangard lehine yazılmış bir sanat
tarihinden bahis açtığımızda. Mesele de tam olarak bu zaten.
Sen
diğer soruyu girmeden ben hemen bir salvo daha yapayım. Yukarıdaki ifadelerin
bir sürü kişiyi kaşıyacağına adım gibi eminim. Şöyle diyecekler: “Sen kimin
bohçasından kimi çıkartıyorsun. İşte, seçkincilik.” Bu reaksiyon suyunu
90’ların neoliberal ikliminden alıyor. Dikkat et, bunu söyleyenler bohçada yeri
sağlam olanlar, en azından kendilerini öyle sananlar. Mesajın içeriğinden
ziyade konuşmanın yönü bir lafı politik
yapar. Avangardlar müzeleri yakmak isteyen adamlardı. Müzede yer kapmak için
yarışanlar değil. Bunu unutmamak lazım. Sanat tarihi tam da bunu unutturma
mekanizması olarak işliyor bugün. Böyle düşündüğünde bohçanın boşaltılmasının
anlamı da, seçilmişlerin kimliği de gün gibi ortaya çıkar. Avangardların yaşama
karışma isteği istilacıları dışarı çıkarmadan gerçekleşmez. Niezscheci anlamda
“yaşama isteği” ya da bizim kullandığımız anlamda “politika” budur.
Dolunay Aker: Akış kavramı
Avangard’ı anlamada hayati gibi duruyor. Çünkü biz olaylar silsilesine güveniriz.
O güvenli bölgeden konuşuruz. Tarihselleştirir, o tarihi de sunarız.
Evcilleştirilmiş tarih yazımı. Avangard dışında bu yazımın, hareket halinde.
“Avangard, sanat tarihinden kaçmanın adıdır.” söylemi bana Klee’nin Angelus
Novus resmini anımsattı. Kaçarken akışı izleyen ama kopmanın da başlatıcısı,
kopuşa tanık.
Beni
avangardın tacizi cezbediyor. Provakasyonla bir arada yürütülen, kendi sanatını
da provoke eden ve bu eylemi sanatın o resmî tarihinin, gözlerinin (çünkü
izlemeyi severler) içine baka baka yapan, o tutuşturucu öznenin zamana
sabitlenmemiş kıvraklığı.
Politik
argüman açısından da Avangard süratsiz, istilacının aksine estetiği anti bir
parantezle konuşup soru sormaktan kaçınmıyor. Soru sormaktan kaçınana nasıl bir
taktikle yaklaşmak gerekir?
Barış Acar: Yaklaşmamak
gerekir. Bizim işimiz soru sormaktan kaçanlarla değil, soru sorunlarla.
Sorularla... Cevapları bilenlerin iktidarına karşı bir mücadele bu. Avangard
soru sorma lehine oyunu tersine çevirmek demek.
Dolunay Aker: Konuşmanın
geriye alındığı bu süreçte sanatçının tavrı ne olmalıdır? Sistemin ve
sanatçının, özellikle sanatçının itaatkâr dağarı “yeni”yi öteliyor, “yeni”
derken yeninin de satılmasına karşı çıkan yeni’den bahsediyorum. Mealen Peter
Gay’den aktararak modernistlerin de bir gün klasikleşeceği tezine katılıyor
musun? Rimbaud’yu düşünebiliriz. İkonlaşan Rimbaud silüeti, aşınmanın
göstergesi olamaz mı? Whitman ya da Eliot diyemiyoruz onlar daha
tüketilmediler. Tüketimin sanatla sürekli köşe kapmaca oyunu, muhattaplar kaçak
güreşiyor bu oyunda. “Sahne” neresidir?
Barış Acar: Romantikler,
sembolistler, modernistler, çağdaşlar, bunların hepsi klasikleşti. Klasikle
kastın ne olduğu açık değildir her zaman. Bir dönem mi kastediliyor, yoksa bir
çağın normlaşmış değerleri mi? Çok da önemli değil. Zira bu imayla ne
kastedildiğini herkes anlar. Denge, oran, harmoni, genelgeçerlik vb. Klasik
denince gözde canlananlar aşağı yukarı bunlardıur. Bu yönüyle de klasik demek
egemen demektir. Aklın süzgecinden geçirilerek nomos’a dönüşmüş şey demektir
klasik. Akademiler örneğin her zaman klasik olmak zorundadır. Bu, Bauhaus’ta da
böyledir misal. Sizin “yeni”niz günü gelir klasik olur. Bu demek ki birileri
onu, dar, yetersiz, can sıkıcı bulmaktadır. Mesele bu dinamiği keşfetmek, onu
güzellemek de değil. Çok yavan olurdu böylesi. Bu saptama bizi kurtarmaz çünkü.
Mesele tüketim falan da değil. Kendi kendini zincirleyen bu döngünün tanımını
yaptığımız yer mesele. Dışarıyı nasıl düzenlediğin, kurduğun. Kurguya karşı
kurgunun niteliği. “Kral öldü, yaşasın kral” döngüsüne karşı önerilerinin ne
olduğu, sahneyi nasıl kurduğun yani. Sahne orası, bize bir mesafede duruyor.
Antik dönemde agora ile köylüler arasındaki mesafe gibi. Sahne mesafeyle
ilişkili. Bunu biliyoruz. Mesele şimdi sahne arkasında neler yaptığın. Politika
sahnede söylediklerin değil çünkü. Yeni bir sahne kurmak da değil. Rousseaucu
biçimde sahne dışını sahnenin içine çekmek ya da... Sahne ile arandaki mesafeyi
yeniden düzenlemek. Bunun için gerekirse sahneyi dinamitlemek. Avangardın
perspektifi bundan aşağısı değildi hiçbir zaman. Bu yüzden sitüasyonistler
avangardın, eğer ki böyle bir şey söyleyebilirsek, gerçek mirasçılarıydı. Kendi
kendilerini dinamitlemiyi de ihmal etmediler. Ki bu da mirasın, mirasçının
olanaksızlığını gösterir. Zerdüşt izleyenlerini aslanına parçalatır. Burada
gizli “güç istenci” avangard için kırılma noktasıdır. Bunun anlamı “yaşam”
demektir. Her ok onu gösterir.
***
Barış Acar: Şimdi de
söyleşinin yönünü çevirelim bir parça. Madem ki gerilla. Ben sorayım: Barbaları
Beklerken benim de çok sevdiğim bir şiir. Lakin Kavafis bunu 1898’de yazıp 1904
yayımlamış. Yüz yılı aşmış biz hâlâ bekliyoruz. Barbarları Kovalarken koyardım
ben olsam derginin ismini. Barbarlara biraz fazla tahammül etmedik mi dersin?
Dolunay Aker: Hiç belli
olmaz. Belki öyle devam eder ilerde. Alt çağrısı “yeni olanı yap!” olan bir
fanzinden her şey beklenebilir. Çok doğru bir tespit. Barbarları Beklerken tam
olarak bu amaçla yola çıktı. Adı Beklerken’i imlese de bu kadar çok bekleyen
arasında bir şeyler yapmanın ısrarını sürdürmek için. Edebiyat ahalisi
konformizmin bataklığında beklemeyi seviyor. Beklerken tereddüt etmediği tek
şey yuvasını bırakmamak. Barbarları Beklerken yuvayı bırakanlara bir olanak.
Edebiyatçıların bu vurdumduymaz, gözü kapalı sinsiliğine tahammül edemiyorum.
Gerilla şunu yapardı: bu yürümeyi bilmeyenleri ayaklarından asacağız bari bu
müdahaleyle yaşanan tersliğin, yıkımın farkında olurlar. Sanatçı, idealize
olmanın uzağında durmalı. İdealler ne kadar çekici olsa da onların birer retorik
olduğunu unutmamalıyız. Barbarları Beklerken cüret istiyor, talepleri var,
oturan, hiçbir duruma aldırış etmeyen edebiyatla da edebiyatçıyla da işi yok.
Bu yüzyılda Türkiye radikal, entelektüel bir sanatçı portesini yine, yeniden
dışlayacak. Dışlanan yerde olacak Barbarları Beklerken. Saldırının geciktiğine
ben de kanaat getiriyorum. Ama saldırı hâlâ günceldir, tabanı zorlamanın
vaktidir. Kafamı kurcalayan mesele neden sanatçı siyasal söylemi gündemine
almıyor, devrimci bir isteği duyamıyoruz. Sanatın politikliği hakkında ülkede
konuşanlar angaje olmakla suçlanıyor. Angaje olmanın ya da devrimci bir sanat
talebinde bulunmanın bu kadar ilginç gelmesi şaşırtıcı doğrusu. Sanatı bir
bağlam çerçevesinde ya da bağlamından çıkararak konuşmak da devrimcidir. Neyi
neyle hangi bağlamda konuştuğun, bağlamı hangi raydan çıkardığın önemli.
Barış Acar: “Angaje sanat”
ifadesi örneğin bana hemen “yoz sanat”ı anımsatıyor. 90’larda negatif yükle
dolan bir ifadeydi bu. Reel politika ile ilgilenmek böyle yaftalanarak dışlanıyordu.
Neoliberal yükselişin terimlerindendi bu ve fark etmeden tam karşı kutbunda
olduklarını düşündükleri totaliter düşüncenin (yoz sanat Nazilerin terimiydi)
yöntemini kullanıyorlardı. Hem de Benjamin falan gibi tümüyle politik figürleri
kendilerine nesne edinerek yapıyorlardı bu hamleyi. Sinizmin sözlük
karşılığıdır o yılların söz konusu çıkışları. Bugün resim hiç öyle değil ama.
Gezi sonrası Türkiye çok değişti. Bakma, insanlar hakkında atıp tutmayı
seviyorlar ama net bir sonucu vardı Gezi Direnişi’nin. Politikayı gündeme
getirdi. Sanatın politikası bunun içinde kendini yeniden yaratacak ve bu,
politika olacak. Polis rejimine karşı angaje olabilen sanat politiktir.
Barış Acar: Bitmeyen
Tanzimat’ın önemli başlıklarından biri öykü üzerine. Orada yoğun bir 90’lar
tartışması var. Biz bir grup arkadaşla birlikte Bir Bilet: Gidiş-Dönüş
dergisini çıkartıyorduk o zamanlar. Sonra bir takım yasal sorunlar nedeniyle
Öyküden Bir Bilet: Gidiş-Dönüş oldu derginin ismi. 1997-2003 arasında, iki
aylık periyotlarda 6 yıl kesintisiz yayın yaptık. Orası enteresan bir okuldu
birçok kişi için. Anakımla hiç ilgisi olmayan, çoğu başka disiplinlerden gelen
kişilerdik. Oldukça özgün bir yapı içinde, herkesin katılabildiği açık
toplantılarla öykü değerlendirmeleri yapıyorduk yayın öncesi. Herkesin edebiyat
tarihi düşündüğü yerde biz yaşamın içinde nasıl kalabileceğimizi düşünüyorduk
sanırım. Derginin kurucusu arkadaşlardan birinin, o ya da bu biçimde editöre
benzer bir işlev gördüğümüz için kendine ve bize dünyayı nasıl dar ettiğini
anımsıyorum hâlâ. Haklıydı ve bu çok değerliydi. Soruna gelirsem, öykü zaman
zaman tarihten çıkışa yönelse de bunu hiçbir zaman tam olarak başaramadı
sanırım Türkiye’de. Şunu kastediyorum: Şiirde belki zaman zaman başardı. Orada
da çok tartışma var ama neticede ürünlerin bir araya geldiği bir deneysel,
avangard damardan söz etmek olanaklı, hem de bir çok dönem için. Oysa öyküde
böyle bir silkinme girişimi hiçbir zaman örgütlenemedi. Bugünlerde özellikle
sanatsal-politik hareketlerin niteliğini tanımlamak için kullandığım bir
tamlama var: “bir araya gelmiş tekillikler” diyorum. İşte, öyküde tekillikler
hep yapayalnız kaldılar ya da kendilerini öyle konumlandırmayı seçtiler. Bu
onlara kendilerini daha özel hissetiriyordu belki. Romantize etmemek lazım buradaki
durumu. Bir Bilet: Gidiş-Dönüş’te de biçimsel anlamda keskin çıkışlar olduğu
kadar, klasik anlatı formu içinde yetkinleşmek peşinde öyküler çoktu. Yine de
bu yan yana oluş yeni bir şeyler söylüyordu bana kalırsa. Benim öykü adına
denemelerim orada kendini buldu. O yapı sonlanınca da o enerjiye geri dönmedi
bir daha zaten. Pek çok arkadaş için de aynı şekilde olduğunu söyleyebilirim.
Bir araya gelmek, örgütlenmek gerekiyordu yeni bir sanatsal politika için.
Kendi tekilliğimden yola çıkarak cevaplayacak olursam: Mesela o günlerde
parlatılmaya çalışılan bir öykücümüzün Cumhuriyet Kitap’a verdiği bir
söyleşinin birbirinden güdük sorularını alt alta yazıp, Abes adı altında
yayımlamıştım. Sadece sonuna bir meraklısına not ekleyip, “Kötü oldu biliyorum
ama en azından gerçek değil kurmaca.” yazmıştım. Bir başka örnek, Dünya Öykü
Günü tartışmaları yapılıyordu o yıllarda. Ankara Öykü Günleri’nin önerisiydi ve
bize yürütücülerinin bir kariyer planı olarak görünüyordu daha çok. Hâlâ da
öyle olduğunu düşünüyorum; sonraki yıllarda yaptıklarına bak o kimselerin,
apaçık görürsün. Suç adlı bir öykü yazmıştım sonrasında. Sadece dergiden bir
arkadaşın o toplantıda söz alıp söylediği iki cümleyi alt alta yazmıştım:
“Buraya gelirken bir kadını öldürdüm... Çünkü tefeciydi.” Bu, çok güzel bir
öyküydü. Hikâyesi olan bir öykü. Polemiği olan bir öykü. Politikası mesajında
değil biçiminde olan bir öykü. Dostoyevski’ye bir gönderme değildi. Doğrudan
Raskolnikov olma cesaretiydi. Üzerine, müzeye iş üreten sanatçı ile avangardın karşıtlığından
başlayıp devrimci politikaya kadar pek çok şey konuşabilirsin. Öykü tam olarak
orada bir yerdeydi: Homerosvari bir tarihyazımıyla edebiyat arasında. Klişeler
arasında değil. Öyküde benzer bir ruhu daha sonra, 2013 yılında Oğlan Bizim Kız
Bizim, Beri Gel Oğlan Beri Gel gibi fanzinlerde buldum ama sanırım yine şiirin
parmağı vardı o işte. Güzel bir melezlenmeydi daha doğrusu. Bunun dışında
popüler kültür payandası, romana giderken alıştırma bizde öykü, biliyorsun.
Biraz fazla tarihçi damarım tuttu bu soruyu cevaplarken. Sıkıldım. Ama anlatmak
gerekiyor öte yandan.
Dolunay Aker: Sanatçı, özne olabilecek bir alana sahip mi Türkiye’de? Öznenin duvarları aşarak, nesneleşmeden kendi ‘özgür oyunu’nu oynaması iktidara dayanan piyasayı zorluyor, sanatın bu aşamada yaratacağı alan nedir? Alan hakimiyeti sanatçıyı her anlamda üretemez, yaratamaz, yaratsa da geçinemez hale getirdi. Bu olumsuz koşullara rağmen sanat tarihçisi olarak bir döküm yaptığında söyleyebileceğin ‘kurtarılmış dil’ ne olur? Soruyu emeğin tarafına çekme niyetindeyim sınıflar, sınıfın çatışması, isyanı, Gezi’nin deneyimleri konuşuluyor fakat sanatçının geçimsiz emeği hakkında küçük dokunuşlar dışından bir protesto yok. En sonda olanın baştan kaydını yapalım.
Dolunay Aker: Sanatçı, özne olabilecek bir alana sahip mi Türkiye’de? Öznenin duvarları aşarak, nesneleşmeden kendi ‘özgür oyunu’nu oynaması iktidara dayanan piyasayı zorluyor, sanatın bu aşamada yaratacağı alan nedir? Alan hakimiyeti sanatçıyı her anlamda üretemez, yaratamaz, yaratsa da geçinemez hale getirdi. Bu olumsuz koşullara rağmen sanat tarihçisi olarak bir döküm yaptığında söyleyebileceğin ‘kurtarılmış dil’ ne olur? Soruyu emeğin tarafına çekme niyetindeyim sınıflar, sınıfın çatışması, isyanı, Gezi’nin deneyimleri konuşuluyor fakat sanatçının geçimsiz emeği hakkında küçük dokunuşlar dışından bir protesto yok. En sonda olanın baştan kaydını yapalım.
Barış Acar: Özneleşme her
ortamda, en yıkıcı baskı düzenlerinde bile mümkünatı olan bir şey. Özneleşme
diyorum, zira kendisi için üretilmiş
öznelik pozisyonları tarafından kapılmadan, kişinin gerçek anlamda politik bir
varlık olarak eyleme koşulu ancak “süreç” içinde mümkün. Althusser’in söylediği
gibi, özne zaten düzen tarafından kapılmış bir varlığın adı. Ama sorun doğru
yönden geliyor. Dil üretimi, alan açma ve bunların sınıfsal pozisyonlar
içindeki varlığı... Sanatçı eğer ki illüstratif bir varlık (az önce sözünü
ettiğim özne öyle bir şey değil mi?) olmanın ötesine geçecekse kendi dilinin,
açtığı alanın sınıfsal konumu meselesini çözebilmek zorunda. Zira o ne kadar
başka bir dünya fikrinden yola çıksa (dolayısıyla ütopyası tarafından varlığı
bir tür henüz-varlık-olmayan’a doğru aksa da) üretimini yaptığı şu anda,
burada, bu sınıfsal belirlenimlerin buyruğu altında soluk alıp veriyor. Hem
özneleşme hem de özne tarafından kapılma şeklinde kurgulanmış olan bu ideolojik
oyunu bozmanın yolu ideolojinin içinde karşı hamleden geçer. Oysa bizdeki
perfpektif sanki “Ben bu düzeneği görüyorum ve görmemle o bozuluyor” şeklinde
daha çok. Hegemonyayı görmüş ve ona teslim olmuş bir pozisyon bu. Buraya
düşmemek için sınıf sorusu önemli. Gezi direnişinin sanatsal politikası
insanlar/ sanatçılar parklarda toplanıp “Şimdi ne yapacağız?”, “Bir karar
almamız gerekiyor?”, “Projeksiyonumuz ne?” sorularını sorduğu an kendine
direniş hattını çizmiştir. Sanatçı kendi alanını açar. O açtığı alanda dünya
kurulur. “Özgür oyun” budur. Bence bugün en büyük problem sanatta bu
virtüaliteyi görmeyenlerden geliyor. Onlar boşluğa baka baka sanatın ne
olduğunu unutmuşlar.
Dolunay Aker: Konvansiyonel
sanatın “bütünü koruma” hastalığı Avangard çıkışlarla sarsıntıya uğradı gibi
ama yine de yetersiz duruyor. “Bütün”, şiirin de başına dert. Çağdaş sanat
“bütün”e nasıl bakıyor? Şimdi’nin, buradalığın gözü “bütün”nü parçalayabilecek
mi?
Barış Acar: Bu soru ilginç
oldu. Zira Bitmeyen Tanzimat bu konuyla başlıyor bir bakıma. Nietzsche’nin
Wagner’e karşı tutumundan yola çıkıyorum. Bu bütün-parça ilişkisi meselesi
sanıldığından karışık. Şöyle ki; Nietzsche, Wagner’e bütünü parçaladığı,
“yaşamın bütün içinde barınması”na engel olduğu gerekçesiyle saldırır.
"Womit kennzeichnet sich jede litterarische décadence? Damit, dass das Leben
nicht mehr im Ganzen wohnt." (Her türlü edebi dekadansın karakteristik
özelliği nedir? Yaşamın, artık bütün içinde barınmayışıdır.) Onun gibi bir
fragman filozofundan, sistem felsefesi karşıtından bunu duymak ilk bakışta
yadırgatıcıdır. Öte yandan saldırdığı Wagner, “Gesamtkunstwerk”in (bütünsel
sanat yapıtı/ opera) yaratıcısıdır. Dolayısıyla tam anlamıyla “bütün”e
saldırabileceği yerde yaşamın bütün içinde barınmamasından söz ederek ilginç
bir pozisyon yaratır Niezsche. Terimlere saplanmamak lazım. Hatta kavramlara
bile. Nietzsche bu tutumun filozofudur en çok. Mesele o terimlerle işaret
ettiğin şeyin ne olduğudur. Kavramın hangi bağlamı ürettiğine ya da hangi
bağlamın hizmetine koşulduğuna bakmazsak gün gelir onun hükmüne gireriz. Bu
yüzden Nietzsche yaşamın nerede olduğuna bakar her seferinde. Şunu demek
istiyorum: Bu, 90lar sonrası Türkiye’de yaşandı. Mesela “minör”ün kendisi
“majör” bir söylem haline geldi. Eğer ki minör-oluştan söz etmiyorsan dolaşıma
giremez hale geldin. Bu, “bütün”ün, mutlakçılığın hamlesidir. Postmodernizm
dalgası bunu yaptı Türkiye’de. Mesela resim üzerine yazı yazamaz olduk, ille
video üzerine yazmak gerekiyordu. Çalıştığım dergilerden anımsıyorum bunu,
uydurmuyorum yani. Oysa mesele ne üzerine yazdığın değil, ne yazdığın olmalıydı.
Bunu anlatana kadar akla karayı seçiyorduk. Avagard’a geleyim. Ne yapar
avangard? Eğer ki bütün iktidardaysa onu parçalar geçer, ama fragman
iktidardaysa ne yapacak? Tavrından ödün vermeyecektir. Bu kez de onu bütün
lehine bozar. Nietzsche’nin hilesi budur. Yaşamı o ya da bu şekilde dondurmak
isteyenlerin iktidarı güçsüzlerin iktidarıdır ona göre. Güç istenci, her koşul
altında yaşamı isteme gücü anlamına gelir. Dediğin gibi “buradalığın gözü”nü
nerede görse tanır ve o gözü oyar avangard.
Dolunay Aker: Eleştirinin
ne’liği üzerine bir soruyla bitirelim: senin Ters Dönmüş Bir Kaplumbağa ile
Sanat Üzerine Konuşmalar’da yaptığın şu tanım edebiyattan, eleştiriye,
felsefeden, politikaya neredeyse her alanda geçerli: “sırıtanları kanonik bir
dille yazmak” Eleştiri, tersine çevirdiği sürece anlamını yerine getiriyor,
Türkiye’de eleştirinin bu normali normalleştirme kabuğu kabukla donatma
işgüzarlığına “ters” bir yöntem gelecek mi sence?
Barış Acar: Eleştiri demek
kanonu sorgulamak demektir. Kanonik eleştiri olmaz. Burada bir oksimoron var,
ki bunun eleştirisi bile tutarsızdır. Kantçı “kritik”e yöneltilen kanonik olma
iddiasından söz ediyorum. Kant’ta da eleştiri öyle değildir hiçbir zaman. Ama
kendi tutumlarındaki kanonik yönü gizlemek isteyenler zaman zaman bir karşı
kamp yaratmak için bunu kullanırlar. Böylece hem kendi “güçsüz” iktidarları
pekişir hem de eleştiri hamlesini boşa çıkarmış olurlar. Türkiye’nin içine
düştüğü bu iktidar çemberinden çıkması gerekiyor. Orası kesin. Bu olası mı?
Büyük umutlar taşımasam da olanaklı olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu umut
ilkesine oynamak gerektiğini düşünüyorum. Elimizde bir o var. İyimser olmayan
umut... Rövaşataya kalkmış oyuncunun her şutu gol olur. Ortalıkta henüz top
yoktur, dünya tepetaklak olmuştur, kalenin nerede olduğu bile belli değildir,
ama gol olur.
Kitaplık, sayı 205, 2019