Dolunay Aker ile Söyleşi
1-Kısaca
özgeçmişinizi öğrenebilir miyiz?
1994’te Antakya’da doğdu. İlk,
orta ve lise eğitimini doğduğu ilde tamamladı. Mustafa Kemal Elektronik
Teknolojisi bölümünü bitirdi. Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
ikinci sınıf öğrenciliğine devam ediyor. Natama, Yasakmeyve, Varlık, Hayal,
Papirüs, Şiir Saati, Kurşun Kalem, Kuşak Edebiyat, Sincan İstasyonu, Yeni E,
Aksi Sanat, Amanos Edebiyat, Roman Kahramanları, Çevrimdışı İstanbul gibi
dergilerde şiir, yazı ve söyleşileri yayımlandı. Seçki ve antolojilerde yer
aldı. 2014-2016 yılları arasında Amanos Edebiyat dergisinin kadrosunda bulundu.
2016’da İzdiyar adlı şiir dosyasıyla Altın Defne Genç Şiir Ödülü’ne değer
görüldü. Uluslararası İstanbul Şiir ve Edebiyat festivali tarafından 30 yaş
altı Türkiye’nin gelecek vadeden 29 yazarı arasında gösterildi. İzdiyar, şairin
ilk kitabıdır. Barbarları Beklerken Edebiyat Fanzin'ini yayına hazırlıyor.
2-Şair,
çağının tanığı olmalı mı?
Şair,
sadece yazdıklarıyla değil yaptıkları ve yaptıklarının içeriğinden de
sorumludur. Türkiye’de son dönemlerde şair sanki yaşayan, gören, tarihe nüfus
eden bir varlık değilmiş gibi algılanıyor. Ne yazık ki şairlerin çoğu da bu
algının devamcısı olmaya meraklı. Şair, tarihin hangi dönemine bakarsanız bakın
sözcüklerini bütün iktidarlara karşı can alıcı bir şekilde kullanmıştır ve
dahası şair bununla da kalmayıp aydın ve entelektüel misyonunu eylemci tavrıyla
da birleştirmiştir. Yaşamdan kaçamazsınız. Siz kaçmaya çalışsanız da o sizi her
zaman yazacaktır. Şair, ‘yazıyla yaşamanın’ tanığıdır.
3-Şiir esin işi mi, yoksa çalışma mı?
İkisinin
çok da birbirinden ayrı şeyler olduğunu düşünmüyorum. Burada adlandırmaya
takılmamak gerek. Şiir, bir yaratım sürecidir. Zamana, bulunduğumuz koşullara
bir itiraz beyanıdır. Yüzeylerle uğraşan şairin bir kaçışı olmuştur yaptığı işe
bu adlandırmaları vermek. Şairin her hangi bir diğer ‘meslek’ten farkı yoktur.
Mayakovski’nin dediği gibi “Şair işçidir” ve çalışmak onun en doğal özelliğidir.
Üretmeyen, sorgulamayan, yaşama ve sanata yeni gedikler açmayan, hayatını
uzlaşmalarla tükenen sanatçıların karşına alternatif bir alan yaratmak emek
istiyor, bedel istiyor, pek tabi kafa istiyor. Düşüncesini aktaramayan
sanatçının kendisine çalışmaktan farkı yok. Bu hem konformist hem de yapay bir
tavır. Şiir bütün bunların dışında yapılan bir şey. Siz ister onu esin diye
adlandırın ister çalışmak, sonucu ve ötesi okurun gözüyle bir araya gelecek.
Okur, ince hesapları asla
unutmaz.
4-Şiir-Siyaset
ilişkisi nasıl olmalı?
Çağdaş
şairler politik olmaktan ne anlıyor bilmiyorum ama estetik politik bir şeydir. Tarihin,
dilin, yaşamın, toplumun kalıplaşmış yapılarına ciddi bir müdahale. Elbette
önce öyle bir derdimiz var mı onu konuşmak lazım. Tarih bir başına yazılmıyor.
Sanat da bir başına yapılınca çok sıkıcı bir duruma dönüşür. İlk soruyla
bağlantılı bir konu: yanı başımızda yıkımlar, katliamlar, faşist müdahaleler,
sansürler, yok etmeler oluyorken sanatçı gündelik işlerini sürdürmeye devam
edemez. Gününü gördükleriyle sürdürmek zorundadır. Gördüklerini yüzeyin o kiri
pasıyla değil saflığıyla savunmalıdır. Rimbaud’nun 1871 Paris Komünü’ndeki
tavrı hepimize ışık. Onun o uzlaşmayan ve isyankâr hali şairin estetik ve
politik birleşimini gözler önüne seriyor. Andre Breton, Marx ve Rimbaud’nun
sözlerini boşuna birleştirmedi. Daha saysız örnek verebiliriz. Kimi ülkeyi terk
etmeyi seçer kimi de Lorca gibi İspanyol faşistleri tarafından ‘çingeneler
şehri’nde kurşuna dizilir. Bugün, Lorca’yı anıyoruz. Bu sistemi reddettiği ve
dürüst bir şair olduğu için.
5-Neden
şiir yazıyorsunuz?
İlk
başladığım andan itibaren zaman zaman bu soruyu kendime sordum, tam anlamıyla
bir cevap bulduğum söylenemez. Geç kalmış hayatıma inanç katmak için yazıyorum.
Kendimi tanımak ve kendimle mücadele edebilmek için. Hayatın huzursuzluklarını
bir nebze de olsa azaltabilmek için. Yaşamımızda kendisini çok da ön plana
çıkarmayan mütevazı insanlar var. Kendisiyle yetinmeyi bilen insanlar. Bizler
bu hırgür arasında sanatın sınırlarıyla oyalanırken onlar yaşamın sınırlarını
zorluyor. Bu bizim çabamızdan daha değerlidir. Bekleyişlerin, ertelemelerin,
vazgeçişlerin sonucunda bir yerlere vardık. Ama arayış hiçbir zaman bitmedi.
Etrafımdaki güzel ve saf insanlardan çok şey öğrendim. Kendimin ve yazdığım
şiirin sınırlarını onlarla daha bir iyi anladım. Bunca geç kalmışlığa rağmen
geç kalmadığım tek şey yazmak.
6-Günümüz
Şiiri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence
günümüz şiiri iki cepheden oluşuyor: yazdıklarını kâğıtta bırakanlar ve kâğıdın
dışına çıkıp yaşamla da iletişim kuranlar. Hangisini kıstas aldığınız hangisini
reddettiğiniz hangisinde olduğunuz doğru bir perspektif sağlayabilir ancak. Ben
ikinci cepheyi tercih ediyor ve takip ediyorum. Günümüz şiirinin sorunları
büyük: şair kendisine bir imaj yaratma peşinde, tabi ki buna koşut şiiri de
imajlar yığını. İmgeyi ve şiirselliği bir kaçış olarak kullanmak revaçta.
Turgut Uyar’ın o devamlı yeni deneyimlere açılma düşüncesini çok yanlış
algıladık gibi geliyor bana. Bugün Türkiye şiirinin belli özelliklerini
sayabiliriz. Kendi beninin sorunlarından bahsetmeyi çok seven şairlerimiz var.
Lirik şiirin aklı, protest şiirleri de gündemden çıkarıyor. Estetik, bir
güzellik arayışı değildir. Metnimizin güzel olması da bizi kurtarmaz.
Kendisiyle kıyasıya mücadele eden kendindeki duvarı yıkan şiirler dar bir
kalıbın içine gömülmekten kurtulacak. Daha önce denenmemişe tepkimiz,
mükemmeliyetçi kafamız, bizden çalıyor. Rimbaud’nun küstah cesaretini
unutmamalıyız. O Fransız şiirinin katledişinin üzerine işemişti. Sıra biz
de.
7-Neden
kadın şair sayısı az?
Ben
çok da az olduğunu düşünmüyorum. Kadın şair az değil, şair az. Çok olmaya
ihtiyacımız yok. Gülten Akın, Sennur Sezer, Lale Müldür, Birhan Keskin, Gonca Özmen, Betül Dünder, Nilay Özer, Elif Sofya gibi şairlere ihtiyacımız
var. Ataerkil bir toplumda yaşıyoruz. Bu edebiyata da yansıyor. Ama kim
yıkabilir Gülten Akın’ın şiirlerini? İngeborg Bachmann’i Elizabeth Bishop’u
Slyvia Plath’i Füruğ Ferruhzad’ı Marianne Moore’u kim yıkabildi? Sorunun temeli
bence burada…
*Seçkince Söyleşiler kitabında yer almıştır . 2019.
DOLUNAY AKER: İMGE, ÇEHRESİNİ SORGULUYOR AYNAYA BAKARKEN
- İlk şiirinizi yayımladığınız yeri ve tarihi merak ediyorum. Yayımladığınız dönemin şiir ortamıyla şu anki ortamı kıyasladığınızda belirgin bir fark veya anlayış söz konusu mu?
Bu konuda şair kendi resmi tarihinin dışına çıkar sanırım. İlk şiirim İzmir’de yayımlanan Me’yusadlı bir fanzin’de yer aldı. Tarih: 2013. Benim için bir bocalama dönemiydi. Yığınla şiir okuyor, sadece şiir okumakla kalmayıp şiirin estetik tarafıyla uğraşıyordum. Poetik metinler, yazılar, söyleşiler, felsefe, kavramların dünyası, şairlerin neredeyse her şeyi, her ayrıntısı gündemimdeydi. Yıl: 2014. Metin Fındıkçı’nın editörlüğünü yürüttüğü Papirüs dergisi, tam anlamıyla bir dönüm noktasıdır bende. Şiiri anlamak ve bırakmak arasında gidip geliyordum. Birçok dergiden saçma ve gereksiz nedenlerle negatif dönüşler aldım. Papirüs dergisi su alan kayığı kurtardı. Şiir olduğunu düşündüğüm ilk şiirim orada yayımlandı. Melez Yağmur. Bir bakıma çok uzak bir dönem değil. Yine de düşünsel açıdan bugün daha berrak bir yorum yapabilirim. Kanonik ve bildiğiyle yetinen çevreler için elbette bir değişiklik olmamıştır. Oysa bu kısa aralık yaşamı bile değiştirmişken şiiri değiştirmemesi mümkün mü? 2000’li yıllarda yazılan şiirin ağırlığı daha bir ortaya çıkmaya başladı. Deneysel, somut, görsel şiir şu an şiirin sesini her haliyle hem etkinleştirip hem de yeniliyor. Atıl durumda olan imge, çehresini sorguluyor aynaya bakarken. Aynı sesi tekrarlamaktan sıkılmış durumda. Bunun gibi ayrıntılar şiirin hanesine güzel dönüşlerdir.
- Peki, şiirinizin kaynakları ve gelenek mefhumuna ilişkin fikirleriniz?
Çok yoğun bir okuma sürecinin karmaşası şiire bakış açımı da netleştirdi. Bir yandan Arthur Rimbaud, Lautreamont gibi karanlık dehlizleri arşınlamak diğer yandan Metin Altıok ve Turgut Uyar’ın ben de bıraktığı etki. İkinci Yeni’nin düşünce anlamında derin etkisi. Enis Batur, başlı başına külliyatıyla edebiyata baktığım yeri etkilemiştir. 80 şiirinin ayrıkotları Sami Baydar ve Seyhan Erözçelik. Cahit Zarifoğlu, Ergin Günçe, Mehmet Taner, Ahmet Oktay, Sezai Karakoç vs. Ahmet Güntan’ın somut şiiri, Enis Akın, Ömer Şişman, Gomringer, Ted Hughes, Robert Lowel, Allen Ginsberg, Yves Bonnefoy, Denis Roche, Whitman, Yeats, Robinson Jeffers, Pound, Marianne Moore, Max Jacob zaman zaman ortaya çıkan bendeki gecikme hissini atmaya çalışan her metin şiirimin kaynağı olabilir. Bunların yanında düz yazınında etkisi büyük. Şiirimin dili ne kadar düzyazıya uzak olsa da düzyazının düşünceye katkısı göz ardı edilemez. Bu anlamda da Beckett, Bilge Karasu, Kafka, Roland Barthes, Susan Sontag, Borges, Nabakov sayamadığım birçok yazar çerçeveyi genişletiyor. Gelenek bir tıkanıklık olmadığı sürece iyidir, bilmediğimiz bir yeri ihlal edemeyiz. Çölü bilmeden kumu dönüştürmeyi düşünen edebiyatçıları çok eklektik buluyorum. İlla karşı çıkmak için karşı çıkılmaz. Nedenini somutlayabilen her metni destekliyorum. Biz de kolaj kültürü pek fazla yok. Bazen metin çağırır bazen biz metni. O an aklımda topladığım bütün metinleri birleştirip işte benim edebiyattan aldığım budur diyesim geliyor. Sanırım okunursa gelenekten de ne anladığım ortaya çıkar.
- Kitap tanıtım yazılarını dışarda tutarak, son dönemin eleştiri ortamı, anlayışı hakkındaki görüşleriniz neler? Dönemin şiirini veya şairlerini merkeze alan eleştirmenlerden bahsetmek mümkün mü sizce?
Birkaç değerli duruş dışında Türkiye şiiri ve bunun sonucunda eleştirisi sönük bir hava sergiliyor. Eleştirinin anlamını çözebildik mi o da meçhul. Nurullah Ataç, Hüseyin Cöntürk, Bedrettin Cömert, Asım Bezirci gibi eleştirmenler şu an Türkiye’de eksik. Başka türlerle eksiği kapatmaya çalışıyoruz. Evet, Nurdan Gürbilek kendisine eleştirmen diyen çoğu kişiden daha iyi yapıyor bu işi. Metnin hakikatiyle söylüyor söyleyeceğini. Ali Şimşek’in (Eleştiriyi Çalmak), Ayşegül Tözeren’in (Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi) çalışmaları çok kıymetli. Verili kaynaklara bakacak olursak neredeyse her şair eleştirmen konumunda. Ancak bir küçük ayrıntı: Erhan Altan dönemi de dönemin şiirini de kaldırabilecek bir eleştiri geliştiriyor. Tam da dönemin farkını ortaya koyarak… Yücel Kayıran’da adı anılması gereken şairlerden. Şiirimin Çeyrek Yüzyılı çoğu şairin asla altına imza atamayacağı yazılardan oluşuyor.
- Son olarak, şiirden öyküye de epey bir yöneliş var, buna dair bir değerlendirme yaptığınızda neler söylersiniz?
Bence şair de artık şiirin imajlarla dolu dünyasına inanmıyor. Kendisi huzursuz olmayan bir şairin ya da edebiyat ortamının üreteceği şiir okur tarafından kendisine bir soru olarak dönmez mi? Soruyu karşılayamamak geriye götürür. Öykü belki de bir yenilenmedir şair için. Okurun, dikkatli okurun bu çatışmayı gözlemlediğini düşünüyorum. Öykü şiire nazaran daha ser verip sır vermeyen bir yerde. Gerçek şiiri bilmesem ben de sadece öykünün samimiyetine inanırdım.
DOLUNAY AKER İLE SÖYLEŞİ/FERİT SÜRMELİ
Ferit Sürmeli: İlkler diyelim art arda; ilk şiir kitabı, ilk ödül, ilk söyleşi –seninle yapılan- ‘İzdiyar’la “2016 Altın Defne Genç Şiir Ödülü” İyi bir başlangıç oldu tabii. İçtenlikle kutluyorum Dolunay. Ödül sonrası ‘şiir’in özellikle de biçem olarak değişti mi?
Dolunay Aker: Çok teşekkürler abi. İlk kitabın ardından uzun bir süre şiirle aramdaki yazma ilişkisini azalttım. Daha doğrusu artık ilk kitaptaki format ya da poetik damar söylemek istediklerimi karşılamıyordu. Elbette bunda okumaların etkisi büyük… Zaman çok hızlı ilerliyor. Bu hız mesafesini ayarlamak hem yoruyor hem de ayrı bir yere gitme ihtiyacı sağlıyor yaşamda. İlk kitabın bütün arayışlarında sezgi ön plandaydı. Sezgisel okumalar ve onu belli bir düşünsel akışla yorumla durumu… Verili olana sezgisel anlamda müdahale, yazmak istediğim şiirin yükünü taşımıyor. Bu yükü nasıl taşıyabileceğimi bulma arayışı beni başka bir şiire götürdü. İmgenin bir tahribat unsuruna dönüştüğünü anladığım anda imgenin perspektifi değişti. Estetik akıl, eğer yaşamla doğru dengelenmezse yaratacağı yıkım, gerçeğinde müdahalelerini yanına çağırır. Orada dili değil, dilin bizden aldığı gerçekliği yeniden kurmayı deneriz. Dil bir savunma hattından çıkıp kendini açan bir şey oldu ben de böylelikle. Sanırım biçem bunun aracı.
F.S: küçük İskender’e göre, ‘ödül, bir rütbe, bir madalya değil, olsa olsa yeni bir yol haritası olur.’ Katılıyor musun?
D.A: Katılıyorum. küçük İskender’in bu yorumu benim de ödüllere bakış açımı açıklıyor. Ödülü bir yere varma olarak hiçbir zaman görmedim. Daha çok varmak istediğim yolu açmama yardımcı oldu. Özellikle böyle bir olanağı olmayan ve bu yüzden tükenen genç arkadaşlar için iyi bir fırsat. Nasıl değerlendirilebileceği kişinin elinde…
F.S: Şair ya da şiir aklın neresinde sence?
D.A: Akıl, çok tehlikeli bir iktidar biçimi. Şiir akılla yazılmaz ama şair akıllı olmak zorundadır. Burada da poetika devreye giriyor. Şair aklını, poetikasını doğru oluşturabildiğinde netleştirmiş olur. Aklını orada söylemeli. Şiir üzerine çalışmak önemlidir. Estetiği ve dile karşı tutumumuzu ancak böyle dengeleyebiliriz. Ama ben şuna da inanmışımdır, biz ne yaparsak yapalım, metin kendi aklını her zaman kullanacaktır. Biz sadece ona şekil veririz. Metnin özerk aklı, bütün iktidar biçimlerini yadsır. Şair ya da şiir tam da o akıldan yana olmalı. Aklı kırarak, ‘başka aklın peşinde’
F.S: Şair mi şiir mi ön planda olmalı?
D.A: Metin ön planda olmalı. O metnin adına her ne dersek diyelim, metin adına konuşmak bana pek adil görünmüyor. Metnin gücünü aktifleştirmek için ona bazı dış etkenler aracılığıyla eklemeler, çıkarmalar yapabiliriz. Ama metin elimize bütünsel bir anlamda geldiğinde ve artık yayımlanıp bizim dışımıza çıktığında yazarın yapabileceği bir şey yoktur. Ancak ne yazık ki Türkiye’de tam tersi mevcut… Şairin şiirinden çok kendisini ön planda görüyoruz. Şair, kendisi üzerinden metni konuşturma peşinde. Şiir, metinde konuşup, metinde sustuğunda güzel…
F.S: Şiir; erk ya da iktidar tanımaz da şair’ini tanır mı?
D.A: Şiir, şairini değiştiriyor bence. Şair, yazarken özne konumunda, fakat metin şekillenmeye başladığında öznelikten uzaklaşıp metnin nesnesi konumuna düşüyor. Şiir belli bir itirazı, rahatsızlığı, iktidarla uyuşamamayı, yani ‘hayır’ demeyi estetik anlamda dili getirdiği ölçüde var. O vakit neden şairine ‘hayır’ demesin. Son okumalarım da bana bunu en çok Denis Roche’un şiirleri düşündürdü. Metin kalıplaşmış biçimine, bizim akılımızla biçimlenmiş biçimine itiraz edebilir. Ettiği ölçüde vardır.
F.S: Şair şiirini yazarken; duygusal mı düşünsel mi olmalı?
D.A: İkisini birbirinden ayırt edemiyorum. Çok da ayrıksı olduğunu düşünmüyorum. Ahir zaman konusudur: bırakalım da metin ne zaman düşünüp ne zaman duygusal olacağına kendisi karar versin.
F.S: İz ve diyar’ı iki kelime olarak ele aldığımda, şair’in zamanda ve uzamda iz sürdüğünü düşünmek olası mı?
D.A: Baştan sona bunun arayışındayım. Tahayyülden geçmeyen bir zamanı zaman adıyla anamıyorum. Gündelik yaşamda bu büyük bir sorun. Çünkü yerli yerinde, bazı gereklilikler net. Ama kafanızdaki şey net değil. Ta ki netleşene kadar evirip, çeviriyorsunuz. Sorun netleşmekle de bitmiyor. Aradığınız anlamın zamanla da örtüşmesi gerek. Bir bakmışsınız siz bunları düşünürken zaman da geçmiş. Aradaki koca uçurum, bizden kalan tek şey olacak gibi.
F.S: Şiir okumalarının ya da çözümlemelerinin, ‘İzdiyar’a izdüşümünden bahsedilebilir mi?
D.A: Okumalar her zaman beni etkilemiştir. İlk okuduğum poetik metinle son okumalarımın hâlâ söyleştiğini düşünüyorum. Kendi aralarında birbirlerine gönderme yaparak kendi hafızalarını oluşturuyorlar. Elbette dönem dönem yoğunlaştığım isimler oldu. Metin Altıok ve Turgut Uyar belki de ilk nirengi noktası. Türkiye şiir külliyatının ciddi birikimi başlı başına bir okuma düellosu. Enis Batur, perspektif konusunda netleşmemi sağlayan isimlerden. Onun yanına Nurdan Gürbilek’i de ekleyebiliriz. Samuel Beckett’e ayrı bir ilgi duyuyorum. Öykü de Bilge Karasu asla aşamayacağımı düşündüğüm bir çıta. O yüzden öykünün yanına en fazla okur olarak yaklaşabildim. Son dönem de bir izdüşüm arayacak olursam bu Walter Benjamin olur. Yalnız olmadığımı hissediyorum onlarla. Asıl iz böyle oluştu.
F.S: Eklemek istediğin başka bir şey var mı?
D.A: İlgin için çok teşekkürler abi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder