DOLUNAY AKER HAKKINDA


19 Mayıs 2019 Pazar

SORUŞTURMA YAZILARI

Şair ve İmaj

Şu ya da bu şekilde şair bazı tanımlamalarla parantez içine alınmıştır. Kimi en genel haliyle reddetmiştir bu durumu, kimi de alternatif tanımlamalar geliştirmiştir kendi yollarında. Michel Tournier ‘odadaki zanaatkâr’, Enis Batur ‘okur-yazar diyor yazıcı için. Şairin kendi imajıyla ilişkisi bağlamında düşünürken ister istemez Bergman’ın Persona’sı geliyor aklıma. Kimdir gerçek konuşan, şairin kendisi mi yoksa personası mı? “Ben hiç kimseyim/hiç kimse benim adım” diyen Pound için ‘hiç kimse’ ad mıdır?  Burada bir gerçeklik ve adlandırma sorunu olduğunu düşünüyorum. Kendisini uyuma kaptıran şairin ‘gerçeğe’ ne kadar sadık kaldığı sorunu. Elbette parçalı bir gerçeklikten de bahsedebiliriz. Devreye şair imgesinin tahribatı da giriyor. Konumunu sorgulamayan, kendisine bakarken aynaları kırmayan, önce kendisine sonra herkese gerçekliği açıklamayan şair, odalara gark mı olmuştur ilelebet.

*Aksi Sanat dergisinde aynı adlı dosyada yayınlanmıştır.

Soruşturma: Genç Şair Ne yapıyor?

Sunu 


Genç ya da yaşlı her hangi bir adlandırmaya tutulan şair artık olduğu yeri bırakıp, bu uyumlu zindanı yaşamaktan kaçınmalıdır. Bu soruşturma biraz da bunun için gerçekleştiriliyor. Şair bir adlandırmaya tutulmadan önce onaylanma ihtiyacı duyuyor. Bu varoluş mücadelesi bir yere kadar anlaşılabilir. Ancak kendi ipini kendisi kesmeyen bir şairin hangi adlandırmayı alırsa alsın hiçbir geçerliliği yoktur. Burada belli bir titreşimden belli bir algının artık kırılması gerektiğinden bahsediyorum.

“Bugünün genç şairi ne yapıyor?” sorusu aslında “Bugünün genç şairine ne yapılıyor?” sorusunun karşılığıdır. Bu durumun çarpıcı bir örneğini yakın zamanda yaşadık. “Genç şair” şiirinin yayımlandığı dergi tarafından görmezden gelinip dışlandı. Bu bize şunu gösteriyor ki küçük ayrıntılar büyük gövdenin sonucuna doğru gider. Ülkede ne yaşanıyorsa onu yaşıyoruz.

Benim asıl dikkat çekmek istediğim bir başka nokta, bu olaylar yaşanırken bir adlandırmaya tutulan şairin ne yaptığı sorunu. Görüldü ki ilk başta kimseden bir ses çıkmadı. Büyük ihtimalle olayı yaşayan kişinin ünlü bir isim olmasını bekliyorlardı. Gelen birkaç tepkiden sonra görünen bir yerde oldukları için konuştular. Adları bir kere daha anılsın diye konuştular. Ne bir vazgeçiş ne de samimi bir itiraz. Herkes aynı yerde duruyordu. Ama hafıza insanı aynı yerde tutmaz, tutamaz. Bu soruşturmada yer alan yazılar ortak derdin gün yüzüne çıkması için bir cevap niteliğindedir.

                                                                                                                                             D. A.   

Soruşturma: Genç Şair Ne Yapıyor?

Güncel Edebiyat, olduğu gibi kendi seyrinde hareket ederken ara ara çıkışlar olmakla birlikte dönemi baştan sona etkileyen, ortak bir itiraz ya da ortak bir bildirinin, edebiyat çevresini bulunduğu konumda rahatsız eden, sorunları gün yüzüne çıkaran ortak bir oluşumun varlığının olup olmadığı bir yana, bu durumun neden böyle devam ettiği sorusu da pek gündeme getirilmiyor. Kanon, yerinde rahat.
Belli tarihlerde yapılan soruşturmalarla rayında devam eden bir edebiyatı dizge dışına çıkarmak bazı konuları daha fazla irdelememizi sağlayacaktır.
İşte bu yüzden hep aynı isimler ve hep aynı konular üzerinden tartışmak yerine genç şairlere sorduk:

Bugünün genç şairi ne yapıyor?

Katılımcılar: Zafer Zorlu, Mehmet Özkan Şüküran, Fatih Akça, Eşref Yener, Kerem Bereketoğlu, Anıl Cihan, Elif Karık, Meryem Coşkunca

*Hayal dergisinde aynı adlı dosyada yayınlanmıştır.

SÖYLEŞİLER

Dolunay Aker ile Söyleşi



1-Kısaca özgeçmişinizi öğrenebilir miyiz?

1994te Antakyada doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini doğduğu ilde tamamladı. Mustafa Kemal Elektronik Teknolojisi bölümünü bitirdi. Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı ikinci sınıf öğrenciliğine devam ediyor. Natama, Yasakmeyve, Varlık, Hayal, Papirüs, Şiir Saati, Kurşun Kalem, Kuşak Edebiyat, Sincan İstasyonu, Yeni E, Aksi Sanat, Amanos Edebiyat, Roman Kahramanları, Çevrimdışı İstanbul gibi dergilerde şiir, yazı ve söyleşileri yayımlandı. Seçki ve antolojilerde yer aldı. 2014-2016 yılları arasında Amanos Edebiyat dergisinin kadrosunda bulundu. 2016’da İzdiyar adlı şiir dosyasıyla Altın Defne Genç Şiir Ödülü’ne değer görüldü. Uluslararası İstanbul Şiir ve Edebiyat festivali tarafından 30 yaş altı Türkiye’nin gelecek vadeden 29 yazarı arasında gösterildi. İzdiyar, şairin ilk kitabıdır. Barbarları Beklerken Edebiyat Fanzin'ini yayına hazırlıyor. 

2-Şair, çağının tanığı olmalı mı?

Şair, sadece yazdıklarıyla değil yaptıkları ve yaptıklarının içeriğinden de sorumludur. Türkiye’de son dönemlerde şair sanki yaşayan, gören, tarihe nüfus eden bir varlık değilmiş gibi algılanıyor. Ne yazık ki şairlerin çoğu da bu algının devamcısı olmaya meraklı. Şair, tarihin hangi dönemine bakarsanız bakın sözcüklerini bütün iktidarlara karşı can alıcı bir şekilde kullanmıştır ve dahası şair bununla da kalmayıp aydın ve entelektüel misyonunu eylemci tavrıyla da birleştirmiştir. Yaşamdan kaçamazsınız. Siz kaçmaya çalışsanız da o sizi her zaman yazacaktır. Şair, ‘yazıyla yaşamanın’ tanığıdır.

 3-Şiir esin işi mi, yoksa çalışma mı?

İkisinin çok da birbirinden ayrı şeyler olduğunu düşünmüyorum. Burada adlandırmaya takılmamak gerek. Şiir, bir yaratım sürecidir. Zamana, bulunduğumuz koşullara bir itiraz beyanıdır. Yüzeylerle uğraşan şairin bir kaçışı olmuştur yaptığı işe bu adlandırmaları vermek. Şairin her hangi bir diğer ‘meslek’ten farkı yoktur. Mayakovski’nin dediği gibi “Şair işçidir” ve çalışmak onun en doğal özelliğidir. Üretmeyen, sorgulamayan, yaşama ve sanata yeni gedikler açmayan, hayatını uzlaşmalarla tükenen sanatçıların karşına alternatif bir alan yaratmak emek istiyor, bedel istiyor, pek tabi kafa istiyor. Düşüncesini aktaramayan sanatçının kendisine çalışmaktan farkı yok. Bu hem konformist hem de yapay bir tavır. Şiir bütün bunların dışında yapılan bir şey. Siz ister onu esin diye adlandırın ister çalışmak, sonucu ve ötesi okurun gözüyle bir araya gelecek. Okur, ince hesapları asla 
unutmaz.   








4-Şiir-Siyaset ilişkisi nasıl olmalı?

Çağdaş şairler politik olmaktan ne anlıyor bilmiyorum ama estetik politik bir şeydir. Tarihin, dilin, yaşamın, toplumun kalıplaşmış yapılarına ciddi bir müdahale. Elbette önce öyle bir derdimiz var mı onu konuşmak lazım. Tarih bir başına yazılmıyor. Sanat da bir başına yapılınca çok sıkıcı bir duruma dönüşür. İlk soruyla bağlantılı bir konu: yanı başımızda yıkımlar, katliamlar, faşist müdahaleler, sansürler, yok etmeler oluyorken sanatçı gündelik işlerini sürdürmeye devam edemez. Gününü gördükleriyle sürdürmek zorundadır. Gördüklerini yüzeyin o kiri pasıyla değil saflığıyla savunmalıdır. Rimbaud’nun 1871 Paris Komünü’ndeki tavrı hepimize ışık. Onun o uzlaşmayan ve isyankâr hali şairin estetik ve politik birleşimini gözler önüne seriyor. Andre Breton, Marx ve Rimbaud’nun sözlerini boşuna birleştirmedi. Daha saysız örnek verebiliriz. Kimi ülkeyi terk etmeyi seçer kimi de Lorca gibi İspanyol faşistleri tarafından ‘çingeneler şehri’nde kurşuna dizilir. Bugün, Lorca’yı anıyoruz. Bu sistemi reddettiği ve dürüst bir şair olduğu için.

5-Neden şiir yazıyorsunuz?

İlk başladığım andan itibaren zaman zaman bu soruyu kendime sordum, tam anlamıyla bir cevap bulduğum söylenemez. Geç kalmış hayatıma inanç katmak için yazıyorum. Kendimi tanımak ve kendimle mücadele edebilmek için. Hayatın huzursuzluklarını bir nebze de olsa azaltabilmek için. Yaşamımızda kendisini çok da ön plana çıkarmayan mütevazı insanlar var. Kendisiyle yetinmeyi bilen insanlar. Bizler bu hırgür arasında sanatın sınırlarıyla oyalanırken onlar yaşamın sınırlarını zorluyor. Bu bizim çabamızdan daha değerlidir. Bekleyişlerin, ertelemelerin, vazgeçişlerin sonucunda bir yerlere vardık. Ama arayış hiçbir zaman bitmedi. Etrafımdaki güzel ve saf insanlardan çok şey öğrendim. Kendimin ve yazdığım şiirin sınırlarını onlarla daha bir iyi anladım. Bunca geç kalmışlığa rağmen geç kalmadığım tek şey yazmak.  

6-Günümüz Şiiri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence günümüz şiiri iki cepheden oluşuyor: yazdıklarını kâğıtta bırakanlar ve kâğıdın dışına çıkıp yaşamla da iletişim kuranlar. Hangisini kıstas aldığınız hangisini reddettiğiniz hangisinde olduğunuz doğru bir perspektif sağlayabilir ancak. Ben ikinci cepheyi tercih ediyor ve takip ediyorum. Günümüz şiirinin sorunları büyük: şair kendisine bir imaj yaratma peşinde, tabi ki buna koşut şiiri de imajlar yığını. İmgeyi ve şiirselliği bir kaçış olarak kullanmak revaçta. Turgut Uyar’ın o devamlı yeni deneyimlere açılma düşüncesini çok yanlış algıladık gibi geliyor bana. Bugün Türkiye şiirinin belli özelliklerini sayabiliriz. Kendi beninin sorunlarından bahsetmeyi çok seven şairlerimiz var. Lirik şiirin aklı, protest şiirleri de gündemden çıkarıyor. Estetik, bir güzellik arayışı değildir. Metnimizin güzel olması da bizi kurtarmaz. Kendisiyle kıyasıya mücadele eden kendindeki duvarı yıkan şiirler dar bir kalıbın içine gömülmekten kurtulacak. Daha önce denenmemişe tepkimiz, mükemmeliyetçi kafamız, bizden çalıyor. Rimbaud’nun küstah cesaretini unutmamalıyız. O Fransız şiirinin katledişinin üzerine işemişti. Sıra biz de. 

7-Neden kadın şair sayısı az?

Ben çok da az olduğunu düşünmüyorum. Kadın şair az değil, şair az. Çok olmaya ihtiyacımız yok. Gülten Akın, Sennur Sezer, Lale Müldür, Birhan Keskin, Gonca Özmen, Betül Dünder, Nilay Özer, Elif Sofya gibi şairlere ihtiyacımız var. Ataerkil bir toplumda yaşıyoruz. Bu edebiyata da yansıyor. Ama kim yıkabilir Gülten Akın’ın şiirlerini? İngeborg Bachmann’i Elizabeth Bishop’u Slyvia Plath’i Füruğ Ferruhzad’ı Marianne Moore’u kim yıkabildi? Sorunun temeli bence burada…

*Seçkince Söyleşiler kitabında yer almıştır . 2019. 





DOLUNAY AKER: İMGE, ÇEHRESİNİ SORGULUYOR AYNAYA BAKARKEN

  • İlk şiirinizi yayımladığınız yeri ve tarihi merak ediyorum. Yayımladığınız dönemin şiir ortamıyla şu anki ortamı kıyasladığınızda belirgin bir fark veya anlayış söz konusu mu?
Bu konuda şair kendi resmi tarihinin dışına çıkar sanırım. İlk şiirim İzmir’de yayımlanan Me’yusadlı bir fanzin’de yer aldı. Tarih: 2013. Benim için bir bocalama dönemiydi. Yığınla şiir okuyor, sadece şiir okumakla kalmayıp şiirin estetik tarafıyla uğraşıyordum. Poetik metinler, yazılar, söyleşiler, felsefe, kavramların dünyası, şairlerin neredeyse her şeyi, her ayrıntısı gündemimdeydi. Yıl: 2014. Metin Fındıkçı’nın editörlüğünü yürüttüğü Papirüs dergisi, tam anlamıyla bir dönüm noktasıdır bende. Şiiri anlamak ve bırakmak arasında gidip geliyordum. Birçok dergiden saçma ve gereksiz nedenlerle negatif dönüşler aldım. Papirüs dergisi su alan kayığı kurtardı. Şiir olduğunu düşündüğüm ilk şiirim orada yayımlandı. Melez Yağmur. Bir bakıma çok uzak bir dönem değil. Yine de düşünsel açıdan bugün daha berrak bir yorum yapabilirim. Kanonik ve bildiğiyle yetinen çevreler için elbette bir değişiklik olmamıştır. Oysa bu kısa aralık yaşamı bile değiştirmişken şiiri değiştirmemesi mümkün mü? 2000’li yıllarda yazılan şiirin ağırlığı daha bir ortaya çıkmaya başladı. Deneysel, somut, görsel şiir şu an şiirin sesini her haliyle hem etkinleştirip hem de yeniliyor. Atıl durumda olan imge, çehresini sorguluyor aynaya bakarken. Aynı sesi tekrarlamaktan sıkılmış durumda. Bunun gibi ayrıntılar şiirin hanesine güzel dönüşlerdir.
  • Peki, şiirinizin kaynakları ve gelenek mefhumuna ilişkin fikirleriniz?
Çok yoğun bir okuma sürecinin karmaşası şiire bakış açımı da netleştirdi. Bir yandan Arthur Rimbaud, Lautreamont gibi karanlık dehlizleri arşınlamak diğer yandan Metin Altıok ve Turgut Uyar’ın ben de bıraktığı etki. İkinci Yeni’nin düşünce anlamında derin etkisi. Enis Batur, başlı başına külliyatıyla edebiyata baktığım yeri etkilemiştir. 80 şiirinin ayrıkotları Sami Baydar ve Seyhan Erözçelik. Cahit Zarifoğlu, Ergin Günçe, Mehmet Taner, Ahmet Oktay, Sezai Karakoç vs. Ahmet Güntan’ın somut şiiri, Enis Akın, Ömer Şişman, Gomringer, Ted Hughes, Robert Lowel, Allen Ginsberg, Yves Bonnefoy, Denis Roche, Whitman, Yeats, Robinson Jeffers, Pound, Marianne Moore, Max Jacob zaman zaman ortaya çıkan bendeki gecikme hissini atmaya çalışan her metin şiirimin kaynağı olabilir. Bunların yanında düz yazınında etkisi büyük. Şiirimin dili ne kadar düzyazıya uzak olsa da düzyazının düşünceye katkısı göz ardı edilemez. Bu anlamda da Beckett, Bilge Karasu, Kafka, Roland Barthes, Susan Sontag, Borges, Nabakov sayamadığım birçok yazar çerçeveyi genişletiyor. Gelenek bir tıkanıklık olmadığı sürece iyidir, bilmediğimiz bir yeri ihlal edemeyiz. Çölü bilmeden kumu dönüştürmeyi düşünen edebiyatçıları çok eklektik buluyorum. İlla karşı çıkmak için karşı çıkılmaz. Nedenini somutlayabilen her metni destekliyorum. Biz de kolaj kültürü pek fazla yok. Bazen metin çağırır bazen biz metni. O an aklımda topladığım bütün metinleri birleştirip işte benim edebiyattan aldığım budur diyesim geliyor. Sanırım okunursa gelenekten de ne anladığım ortaya çıkar.
  • Kitap tanıtım yazılarını dışarda tutarak, son dönemin eleştiri ortamı, anlayışı hakkındaki görüşleriniz neler? Dönemin şiirini veya şairlerini merkeze alan eleştirmenlerden bahsetmek mümkün mü sizce?
Birkaç değerli duruş dışında Türkiye şiiri ve bunun sonucunda eleştirisi sönük bir hava sergiliyor. Eleştirinin anlamını çözebildik mi o da meçhul. Nurullah Ataç, Hüseyin Cöntürk, Bedrettin Cömert, Asım Bezirci gibi eleştirmenler şu an Türkiye’de eksik. Başka türlerle eksiği kapatmaya çalışıyoruz. Evet, Nurdan Gürbilek kendisine eleştirmen diyen çoğu kişiden daha iyi yapıyor bu işi. Metnin hakikatiyle söylüyor söyleyeceğini. Ali Şimşek’in (Eleştiriyi Çalmak), Ayşegül Tözeren’in (Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi) çalışmaları çok kıymetli. Verili kaynaklara bakacak olursak neredeyse her şair eleştirmen konumunda. Ancak bir küçük ayrıntı: Erhan Altan dönemi de dönemin şiirini de kaldırabilecek bir eleştiri geliştiriyor. Tam da dönemin farkını ortaya koyarak… Yücel Kayıran’da adı anılması gereken şairlerden. Şiirimin Çeyrek Yüzyılı çoğu şairin asla altına imza atamayacağı yazılardan oluşuyor.
  • Son olarak, şiirden öyküye de epey bir yöneliş var, buna dair bir değerlendirme yaptığınızda neler söylersiniz?
Bence şair de artık şiirin imajlarla dolu dünyasına inanmıyor. Kendisi huzursuz olmayan bir şairin ya da edebiyat ortamının üreteceği şiir okur tarafından kendisine bir soru olarak dönmez mi? Soruyu karşılayamamak geriye götürür. Öykü belki de bir yenilenmedir şair için. Okurun, dikkatli okurun bu çatışmayı gözlemlediğini düşünüyorum. Öykü şiire nazaran daha ser verip sır vermeyen bir yerde. Gerçek şiiri bilmesem ben de sadece öykünün samimiyetine inanırdım.

DOLUNAY AKER İLE SÖYLEŞİ/FERİT SÜRMELİ

Ferit Sürmeli: İlkler diyelim art arda; ilk şiir kitabı, ilk ödül, ilk söyleşi –seninle yapılan- ‘İzdiyar’la “2016 Altın Defne Genç Şiir Ödülü” İyi bir başlangıç oldu tabii. İçtenlikle kutluyorum Dolunay. Ödül sonrası ‘şiir’in özellikle de biçem olarak değişti mi?
Dolunay Aker: Çok teşekkürler abi. İlk kitabın ardından uzun bir süre şiirle aramdaki yazma ilişkisini azalttım. Daha doğrusu artık ilk kitaptaki format ya da poetik damar söylemek istediklerimi karşılamıyordu. Elbette bunda okumaların etkisi büyük… Zaman çok hızlı ilerliyor. Bu hız mesafesini ayarlamak hem yoruyor hem de ayrı bir yere gitme ihtiyacı sağlıyor yaşamda. İlk kitabın bütün arayışlarında sezgi ön plandaydı. Sezgisel okumalar ve onu belli bir düşünsel akışla yorumla durumu… Verili olana sezgisel anlamda müdahale, yazmak istediğim şiirin yükünü taşımıyor. Bu yükü nasıl taşıyabileceğimi bulma arayışı beni başka bir şiire götürdü. İmgenin bir tahribat unsuruna dönüştüğünü anladığım anda imgenin perspektifi değişti. Estetik akıl, eğer yaşamla doğru dengelenmezse yaratacağı yıkım, gerçeğinde müdahalelerini yanına çağırır. Orada dili değil, dilin bizden aldığı gerçekliği yeniden kurmayı deneriz. Dil bir savunma hattından çıkıp kendini açan bir şey oldu ben de böylelikle. Sanırım biçem bunun aracı.



F.S: küçük İskender’e göre, ‘ödül, bir rütbe, bir madalya değil, olsa olsa yeni bir yol haritası olur.’ Katılıyor musun?
D.A: Katılıyorum. küçük İskender’in bu yorumu benim de ödüllere bakış açımı açıklıyor. Ödülü bir yere varma olarak hiçbir zaman görmedim. Daha çok varmak istediğim yolu açmama yardımcı oldu. Özellikle böyle bir olanağı olmayan ve bu yüzden tükenen genç arkadaşlar için iyi bir fırsat. Nasıl değerlendirilebileceği kişinin elinde…

F.S: Şair ya da şiir aklın neresinde sence?
D.A: Akıl, çok tehlikeli bir iktidar biçimi. Şiir akılla yazılmaz ama şair akıllı olmak zorundadır. Burada da poetika devreye giriyor. Şair aklını, poetikasını doğru oluşturabildiğinde netleştirmiş olur. Aklını orada söylemeli. Şiir üzerine çalışmak önemlidir. Estetiği ve dile karşı tutumumuzu ancak böyle dengeleyebiliriz. Ama ben şuna da inanmışımdır, biz ne yaparsak yapalım, metin kendi aklını her zaman kullanacaktır. Biz sadece ona şekil veririz. Metnin özerk aklı, bütün iktidar biçimlerini yadsır. Şair ya da şiir tam da o akıldan yana olmalı. Aklı kırarak, ‘başka aklın peşinde’

F.S: Şair mi şiir mi ön planda olmalı?
D.A: Metin ön planda olmalı. O metnin adına her ne dersek diyelim, metin adına konuşmak bana pek adil görünmüyor. Metnin gücünü aktifleştirmek için ona bazı dış etkenler aracılığıyla eklemeler, çıkarmalar yapabiliriz. Ama metin elimize bütünsel bir anlamda geldiğinde ve artık yayımlanıp bizim dışımıza çıktığında yazarın yapabileceği bir şey yoktur. Ancak ne yazık ki Türkiye’de tam tersi mevcut… Şairin şiirinden çok kendisini ön planda görüyoruz. Şair, kendisi üzerinden metni konuşturma peşinde. Şiir, metinde konuşup, metinde sustuğunda güzel…

F.S: Şiir; erk ya da iktidar tanımaz da şair’ini tanır mı?
D.A: Şiir, şairini değiştiriyor bence. Şair, yazarken özne konumunda, fakat metin şekillenmeye başladığında öznelikten uzaklaşıp metnin nesnesi konumuna düşüyor. Şiir belli bir itirazı, rahatsızlığı, iktidarla uyuşamamayı, yani ‘hayır’ demeyi estetik anlamda dili getirdiği ölçüde var. O vakit neden şairine ‘hayır’ demesin. Son okumalarım da bana bunu en çok Denis Roche’un şiirleri düşündürdü. Metin kalıplaşmış biçimine, bizim akılımızla biçimlenmiş biçimine itiraz edebilir. Ettiği ölçüde vardır.

F.S: Şair şiirini yazarken; duygusal mı düşünsel mi olmalı?
D.A: İkisini birbirinden ayırt edemiyorum. Çok da ayrıksı olduğunu düşünmüyorum. Ahir zaman konusudur: bırakalım da metin ne zaman düşünüp ne zaman duygusal olacağına kendisi karar versin.

F.S: İz ve diyar’ı iki kelime olarak ele aldığımda, şair’in zamanda ve uzamda iz sürdüğünü düşünmek olası mı?
D.A: Baştan sona bunun arayışındayım. Tahayyülden geçmeyen bir zamanı zaman adıyla anamıyorum. Gündelik yaşamda bu büyük bir sorun. Çünkü yerli yerinde, bazı gereklilikler net. Ama kafanızdaki şey net değil. Ta ki netleşene kadar evirip, çeviriyorsunuz. Sorun netleşmekle de bitmiyor. Aradığınız anlamın zamanla da örtüşmesi gerek. Bir bakmışsınız siz bunları düşünürken zaman da geçmiş. Aradaki koca uçurum, bizden kalan tek şey olacak gibi.

F.S: Şiir okumalarının ya da çözümlemelerinin, ‘İzdiyar’a izdüşümünden bahsedilebilir mi?
D.A: Okumalar her zaman beni etkilemiştir. İlk okuduğum poetik metinle son okumalarımın hâlâ söyleştiğini düşünüyorum. Kendi aralarında birbirlerine gönderme yaparak kendi hafızalarını oluşturuyorlar. Elbette dönem dönem yoğunlaştığım isimler oldu. Metin Altıok ve Turgut Uyar belki de ilk nirengi noktası. Türkiye şiir külliyatının ciddi birikimi başlı başına bir okuma düellosu. Enis Batur, perspektif konusunda netleşmemi sağlayan isimlerden. Onun yanına Nurdan Gürbilek’i de ekleyebiliriz. Samuel Beckett’e ayrı bir ilgi duyuyorum. Öykü de Bilge Karasu asla aşamayacağımı düşündüğüm bir çıta. O yüzden öykünün yanına en fazla okur olarak yaklaşabildim. Son dönem de bir izdüşüm arayacak olursam bu Walter Benjamin olur. Yalnız olmadığımı hissediyorum onlarla. Asıl iz böyle oluştu.

F.S: Eklemek istediğin başka bir şey var mı?
D.A: İlgin için çok teşekkürler abi.

EDEBİYAT SÖYLEŞİLERİ

Murat Özyaşar ile Söyleşi


Öykülerinizde eksik bıraktığınız karakterler hem gerçeklikle hesaplaşıyor hem de yeni bir arayışı zorunlu kılıyor. Ayna Çarpması, Pavese’den bir alıntıyla başlıyor, ben de ondan devam ederek ilk soruyu sorayım: kendinden başka kimi arar insan? Öykü, kendimize giden bir yol mudur?

Öykülerde bile isteye veya farkında olmadan “eksik bıraktığım karakterler” aslında “okurla” işbirliğine bir davet, boşluğu birlikte doldurma çabası, metni bir daha ve birlikte yazma gayesinden başka bir şey değil. Çünkü yazar kadar okur da metne dahildir, onu çoğaltır veya eksiltir.

Ve evet, “kendinden başka kimi arar insan?”
Şimdi böyle yazınca belagat gibi duyulabilir, hikmet burcundan konuşuyormuş gibi alımlanabilirim ama, kendine varmak için başka başka yerlerde ve bambaşka kişilerde ve hatta olur olmaz zamanlarda dolaşır insan. Kendine varmak, kendini tanımak insanın temel arayışıdır. Çoğu zaman varılan yerin de bir kıymetinin olmadığı, önemli olanın “arayışın kendisinin” olduğu da çokça dile getirilmiştir.

Öykü de, bütün diğer türler gibi ve onlar kadar, roman ve şiirden ne eksik ne de fazla, kendimize giden yolda bir araç. Asıl mesele kurmak istediğimiz o cümleye varmak, o cümle olabilmek!

Geçmişi anlatırken ondan kurtulma, oraya geri dönmeme isteği daha baskın. Ancak ben ara nüanslarda minnet duygusunun da ortaya çıktığını düşünüyorum. Öfkelenip kızamamak, bağırmak isteyip suskunluğa gömülmek… Örneğin baba üzerinden gerçekleştirilen şu ince ayrıntı: “Öksürüğüm babamın öksürüğü gibi; kesik kesik, tutuk tutuk, sonra birden kesilmemecesine. Ölürcesine. Ne çok korktum öksürürken ölecek diye, ne çok sevindim.” Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?  

“Baba” teması edebiyatta en çok işlenen temalardan biri oldu hep. Dostoyevski'den Kafka'ya, Oğuz Atay'dan Yusuf Aılgan'a, yazarlar çoğu zaman bu meseleyle ilgilendi. Haliyle benim de meselelerimden biri oldu. Bunca söz edilen bir mesele hakkında ben de ek bir cümle kurabilir miyim derdiyle yazılmış bir metin o.
“Yasak Bölge” öyküsünde şöyle bir cümle var: “Adı: Baba!.. Yahut çok çiğnenmiş bir patika.” Farkındalık iyidir her zaman. Benden önce kim, hangi yolu hangi şekillerde yürümüş; bu, beni fazlasıyla ilgilendiriyor. Tam da bu sebeple kurmuştum bu cümleyi. Edebi bilgi her zaman yol aldırır yazara, ama ve asıl daha önemlisi edebi sezgidir yazara yol açtıran. 

Geçmiş; o bizim güzel kamburumuz, doğru rehberimiz. 

                                                             


Yapılanları görüp gördüklerimizle yaşamak, dünyada bir göz olmak nedir? Öykü, göz kulak olur mu dünyaya?

Yapılanları görmek, görmenin o ağır yüküyle yaşamak, “tanık” olmanın sancısını duymaya başlamaktır. Tüm bu yaşananların öyküye evrilmesinde, kurmaca bir metne dönüşmesinde ise  ince bir hattın, hassas bir terazinin olduğunu düşünüyorum. Doğru veya yanlış bilgi vermenin, belgelemenin edebiyatla bir ilişkisinin olduğunu düşünmüyorum, edebiyatın böyle bir görevi yok, onun derdi “güzel”ledir. Ve elbette, güzel bir öykü bize göz kulak olduğu gibi karşıdan karşıya geçerken elimizden de tutar.

Gece silgisi adlı öykünüzde “Yoklama defteri”nde kaybolan ‘kahraman’ yolda mıdır hâlâ?

Ben de o metnin bir okuru olarak söyleyebilirim ancak: Yolda olanı var, döneni var, kalanı var.

Bir öykünüzde “insan bir gecikmedir şu dünyada,” diyorsunuz, insan bütün gecikmeleri kapatmak için mi yazar?

O cümleyi yazarından ziyade, o öykünün anlatıcı sesinin kurduğunu unutmayalım. Yazmanın sebebine gelince, sanki ve hep, dünyada yazılmış ne kadar metin varsa o kadar da yazma gerekçesi var.  

Uzaklaşma, suskunluk, kendine varmak, eksiklik, kelimelerden içe yapılan bir yolculuk… Şuraya geleceğim: kaderi keder yapan ve bunu öyküye yerleştiren kelimeler midir?

Ressam Manet, “Benim de güzel duygularım var, ama onları şiir olarak kâğıda dökemiyorum,” demiş şair Mallarme'ye, o da “Şiir duygularla değil, kelimelerle yazılır,” demiş. Ve tabii mısranın haysiyetinden söz eder Yahya Kemal. Öyküye de temel bakışımızın buradan olması gerektiğini düşünüyorum. 

Varlık, Temmuz 2018


BETÜL TARIMAN İLE SÖYLEŞİ

1.

Sevgili Betül hocam, ilk üç kitabınızda işlediğiniz konular: bireyin yalnızlığı, taşra yaşamından izler ve toplumsal göndermelerin sesini yavaş yavaş duyurduğu bir çeşit bolluğuna sahip, ancak ben Kardan Harfler kitabınızla farklı bir yola geçtiğinizi, aynı temaları daha da derinleştirerek, dilin içinde bir şeyler yapmaya çalıştığınızı düşünüyorum. Şiirde dil sorunsalına biraz değinecek olursak,  Betül Tarıman’ın dil anlayışı ve dil kaynakları nelerdir?

- Sizinde bildiğiniz gibi şiir, şairin imgelem, düş gücüyle hayat bulur. Ayrıca insanın düş gücü sınırsızdır. Sözcüklere sözlük anlamlarının dışında yeni anlamlar katar, onları yeni baştan yaratır, dilin genel kuralları içindeki cümle yapılarından çıkararak farklı söz dizimleri oluşturur. İşte şairin tamı tamına yaptığı budur. Özgün imgeleri başarıyla dile getiren şiirler, özgün bir sanatsal yaratı özelliği taşırlar. Öte yandan her dil biriciktir ve onu konuşan toplumun tarihinin, kültürünün taşıyıcısıdır. Bu sebeple şiirde dil denildiği zaman benim aklıma yaratım süreci geliyor. Ne de olsa şiir bir üst dil yaratma sanatı. Şairi belirgin kılanda onun yarattığı dil. Bu da hemen oluşan bir şey değil. Özellikle gençlikte etkilenmek doğal. Fakat bu zaman içinde değişip dönüştürülmelidir. Değişip dönüştükçe şair kendi dilini bulacak, becerememiş ise yok olup gidecektir. Bugün Ece Ayhan, Behçet Necatigil, Asaf Halet Çelebi, Yahya Kemal Beyatlı, Gülten Akın, Ahmet Haşim’i farklı kılan onların yarattıkları dildir. Ayrıca gelenek önemli tabii. Bugün Türkçe şiir yazan bir şair Yunus Emre ile arasında bir bağ olduğunu aklından çıkartmamalı. Okumalı, çok okumalı, unutmalı. Bildiğimiz ise bildik bir hikâye. Usta şair, çırağına şöyle seslenir: “ Git, aruz vezinli şiirler yazıp bir defter doldur, sonra yazdıklarının hepsini unut, şiire baştan başla!” Bu ne kadar doğru bir söylem. Evet, bu anlamda dili önemsiyorum. İğne ile kuyu kazar gibi ama kendi içimde o her ne ise onu bulup, o dil ile yazarak.   


2.

İki kitabınıza ‘Kar’lı isimler vermeniz sanırım bir rastlantı olamaz. Kastamonu’nun sizin için ayrı bir önem taşıdığını biliyorum.  Taşrada üretmek, ürettiklerinizi paylaşmak ya da sesinizi duyuramamak nasıl bir duygu?  Şehir hayatının taşranın masumluğuna dokunduğunu onu alet ve edevatıyla işgal ettiğini düşünüyor musunuz?

- Daha önce benimle yapılan söyleşilerde babamın mesleği nedeniyle Anadolu’nun pek çok kentini gezip görme fırsatına sahip olduğumu söylemiştim. Sanırım 74 yılıydı ve babam doğu hizmetini yapmak üzere İstanbul’dan Bingöl’e tayin olmuştu. İlk kez orada kar ile tanıştım. Nerdeyse çatıları kaplayan, yolların kapanmasına neden olan kar bizleri derinden etkilemişti. Bu nedenle çocukluğuma dair o güzel günler aklımdan bir türlü çıkmaz. Tabii sonra büyüdüm, bu kez ben devam ettim babamın bıraktığı yerden. İlk görev yerim Trabzon’un Akçaabat ilçesi Derecik nahiyesi idi. Soba ile ısındığımız buz gibi sınıflar, çatıdan damlayan yağmur suları ve dışarıda yağan kar... Ardından zorunlu hizmet görevimi yapmak üzere gittiğim Kastamonu. Hep karın yoğun yağdığı yerler. Bu nedenle kimi şiirlerimde kar imgesinin yer alması, iki kitabımın adının, ‘Kardan Harfler’, ‘Kar Merdiveni’ olması tesadüf değil. Ayrıca sizinde söylediğiniz gibi Kastamonu’nun hayatımda ayrı bir yeri var. Çünkü bu kentte anne oldum, ilk şiir kitabım ‘Ay Soloları’ burada okurla buluştu, kadınlarla atölye çalışmaları yaptım, şiir dinletileri düzenledim, Necatigil, Oğuz Atay, Rıfat Ilgaz gibi şair ve yazarlar adına etkinlik ve yarışmaların düzenlenmesine katkı sundum. Buna Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi’nin ( WALD) Mahalleleri ve Muhtarlıkları güçlendirme Projesinde kapsamında yapmış olduğu çalışmada gönüllü olarak çalıştığım da eklenebilir.
   Öte yandan kent bir okuldu benim için, ben de o kentin iyi bir öğrenciydim. O sıralar henüz bilgisayar yoktu. Daktilo ile yazdığımız şiiri zarflar, postaya verir ardından derginin çıkmasını heyecanla beklerdik. Bir de kendime bir posta kutusu edinmiştim. PK 63. Kastamonu’ya gelmeyen, abone olduğum dergileri buradan alır ya da Altındağ Tuhafiye’den düğme, fermuar, iplikler, tokalar arasından bildik bir iki dergiyi edinirdim. Taşrada yaşamak zordu ve ben bu anlamda zorlanıyordum. Fakat abone olduğum dergiler, edindiğim kitaplar sayesinde bu durumu bir süre sonra aştım. Yazdığım şiirleri, okuduğum kitapları tartışacak kimse olmasa da yalnız köşemde ürettim. Taşra ya da şöyle diyeyim Anadolu’nun bu tarihi çok eskilere giden kenti beni etkiledi ve besledi. Çünkü iç içe geçmiş binaların arasında değil de ahşap konakların arasında yaşıyor, ahşabın o tuhaf kokusunu derinlerimde duyumsuyordum. Ayrıca şair bestekâr Leyla Saz, Baharzade Feride Hanım’da bu kentten geçmiş, kendilerinden iz bırakmışlardı. Dahası kimine göre taşra sayılan bu kentte hasta olduğunuzda kapınızı çalan, bir tas çorba uzatan birileri hala vardı. İlk şiirim ‘Son Eylül’ ün 1992 yılında Kıyı Kültür ve Edebiyat Dergisi’nde yayımlanmasının üzerinden bir yıl geçmişti. 93 yılıydı ve Kastamonu’daydım. Varlık dergisine gönderdiğim şiirlerim yine o yıllarda yayımlanmaya başladı. Sadece daktilo ile yazıp postaya veriyor, dergiyi heyecanla bekliyordum. Can Yayınları ve Yapı Kredi Yayınları ile buluşmam da bundan farklı değildi. ‘Güle Gece Yorumları’ adlı dosyamı Öner Yağcı’nın tavsiyesi üzerine Can Yayınları’na göndermiştim. Üç ay sonra da sevgili Hilmi Yavuz beni telefon ile aramış dosyamı beğendiğini, kitaplaşacağını söylemişti. Daha sonra da aynı yayınevinden 2005 yılında “Yol İnsanları” adlı dosyam okurla buluştu, Necatigil Ödülü’nü  aldı. ‘Kar Merdiveni’ adlı dosyam içinde aynı durum söz konusuydu. Bu arada zaman içerisinde yeni bir şiir dosyası da oluşturmuştum fakat Can Yayınları şiir dizisine son vermişti. Karlı bir kış günüydü ve ben dosyamı postaya vermek üzere yeniden yollara düşmüştüm. Yapı Kredi Yayınları’nda editör Güven Turan’dı. Dosyamı gönderdim. On gün sonra bana dosyamı beğendiğine ilişkin bir mektup yazdı. Mutlu olmuştum. Daha sonra da yayınevinden dosyamın kabul edildiğine ilişkin bir telefon aldım. Benimkisi böyle bir macera işte. Zorlu ama güzel. Evet, taşrada olmak beni besledi, taşranın imkânlarından yararlandım. Ama yine şehir hayatının taşranın masumluğuna dokunduğuna, işgal ettiğine de inanmıyor değilim.    

3.

İktidar odaklarının ve ataerkil dilin aynılaştırdığı dünyamızda, kadın olmak ve şiire emek vermek çok önemli bir edim, bu duyarlı duruşunuzu şiirlerinizde anne temasıyla çoğullaştırdığınızı varsayarsak, anne evin gerçekten efendisi mi?

- Şimdiden geriye dönüp baktığımızda, kadınların pek çok anlamda mücadele verdiğine tanık oluyoruz. Hayatın pek çok alanında olduğu gibi kadınlar ne yazık ki edebiyatta da pek çok zorlukla karşılaşmışlar. Kimi kez kendi adlarını kullanarak şiirlerini yayımlayamamışlar. Fakat yine de Amasyalı Mihri Hatun gibi örnekler de yok değil. Mihri yüzyıllar öncesinde kadın duyarlılığı ile yazdığı şiirlerden bir divan oluşturan az sayıda kadından sadece biri. Bunu Ayşe Hubba Hatun, Şeref Hanım, Hatice İffet gibi isimler izliyorlar. Sonrasında ise edebiyatın çeşitli dallarında güçlüklerle karşılaşsalar da kalem oynatan kadınlara rastlıyoruz. Ahmet Cevdet Paşanın kızı Fatma Aliye ise evlendikten on yıl sonra eşinin izniyle Fransızca’dan roman çeviren bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Bunu da kendi adını vermeden “Bir kadın” adı ile yayımlıyor. Ahmet Mithat Efendi ile birlikte yazdığı romanda da yine imzası “Bir kadın” oluyor. Daha sonra kendi adı ile yazdığı romanlarda, kendi dilini arayan, kendi dili ile söyleyen kadın kahramanlara yer veriyor. Edebiyatımızın önemli isimlerinden Gülten Akın ise kadın olmanın bastırılmış halini, yok sayılmayı, kuşatılmayı şiirlerine taşıyor. Bu şiirlerde töre, yasak, ayıp, yasa tarafından erkek egemen sistemin sıkıştırdığı kadının dili var. Doksanlardan itibaren de bu anlamda bir kırılma yaşanıyor. Sayı nitel ve nicel anlamda artıyor. Fakat yine de iktidar odaklarının ve ataerkil dilin aynılaştırdığı dünyamızda kadın olmak zor. Yıllardır bu ülkenin kadınları bir şekilde seslerini duyurmaya çalışıyor, şiddete maruz kalan, tecavüze uğrayan kadınlar kendilerini anlatacak bir yer arıyorlar. Sanırım ihtiyacımız olan şey zihniyet değişimi. Ve ayrıca bu sorun çok katmanlı ve uzun soluklu çalışmaları, araştırmaları, bilim insanları, STK’lar ile koordineli çalışmaları gerektiriyor. Ülke idaresinde yer alan kişilerin de kullandıkları dile dikkat etmeleri. Çünkü kadınların, erkek egemen bir toplumda yaşamasının zorluklarını erkek bilemez. Şiirime, şiirimdeki kadın duyarlılığına dönecek olursak, bir kadın olarak sanırım ilk başlarda ve ağırlıkla ‘Ağır Tören’ adlı kitabımda kadını, kadının toplum içerisindeki yerini ve evlilik kurumunu irdelediğimi söyleyebilirim. ‘Yol İnsanları’ adlı kitabım içinde bu kısmen geçerliydi. Lakin şimdilerde gittikçe ağırlaşan koşullara bakarak dün olduğu gibi şimdi de kadın olmanın ne kadar zor olduğunu gözlemliyorum. Evin efendisi değil de, eşit koşullarda hayatın her alanının iki cins tarafından paylaşıldığı bir dünya sanırım özlemimiz.  


4.

Ev, sizin için yüzleşmemiz gereken bir gerçekmiş gibi geliyor bana. Bazen korkularımızı saklamayı seviyoruz ya da onlarla yaşamaya alışıyoruz. Bu alışmak duygusunun kırılgan noktaları var. Belki de bizi biz yapan bu kırılganlık, bu evsizlik diyebilir miyiz?
Ayrıca ev figürüne farklı bir açıdan bakan Sami Baydar’dan söz alarak sorayım: “Evin içi tuzaklarla doludur” inanıyor musunuz?

-  Evet, ev bir anlamda kendimizle kaldığımız, kendimizle yüzleştiğimiz bir yer. Dört duvarla çevrili hayatımız, burada başka bir anlam buluyor. Yaşam alanı olarak seçtiğimiz bu mekânda, başka bir dünya kurguluyor, acı çekiyor, mutlu oluyor kimi kez yeni bir dünyanın kapılarını kendimize aralıyoruz. Buna belki dış dünyanın tehlikelerle dolu oluşu neden oluyor. Dış dünya deyince de, insanın etkin olduğu bir dış dünyadan söz ediyorum. Çünkü devletleri kuran, savaşları çıkaran, sınırları belirleyenler onlar. Buna başka şeyler de eklenebilir ama bir de evin içi var kurguladığımız, mutlu olduğumuz, kendimize yenik düştüğümüz. Belki de evsizlik, yurtsuzluk isteği bundan, bir kurtuluş çaresi. Bu anlamda baktığımızda Sami Baydar’ın “Evin içi tuzaklarla doludur” sözlerine evet, katılıyorum.

5.

Bilimsel araştırmalar için popüler kültür üzerine çalışmalar yapan edebiyatçılar popüler kültürü bir araç olarak kullanıyor ancak bizim ülkemizde daha çok araçtan ziyade amaç ön planda, popüler kültürün bu piyasacı tutumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

- Popüler kültür, günümüzde dünyayı ve elbette yaşadığımız coğrafyayı da egemenliğine almış durumda. Önce kitap ve gazete sonra sinema, derken televizyon ve nihayet bilgisayar… Nerdeyse yemekten, giyime, çalışma hayatından eğlenceye davranışlarımızı popüler kültür belirliyor. Geniş halk kitleleri tarafından da benimsenince doğal olarak seviye düşüyor. Burada da, pazarın kuralları, pazarlama stratejileri işin içine giriyor. Sonuçta olay küreselleşmenin dayattığı popüler kültür ve yozlaşmasının akıllara ziyan görüntüsü. Aynı durum edebiyat için de söz konusu. Her şey piyasa ekonomisi içinde ticarileşti. Kimi kez yayınevleri de piyasanın istekleri doğrultusunda hareket ediyor. Sektörde bir yazar ne kadar satarsa o kadar değerli oluyor. Bu anlamda bakıldığında geniş okur kitlesine ulaşmak ayrı, taviz vermek ayrı. Ortalıkta çok satan kitaplar geziniyor. Fakat bunlar gerçekten edebi değer taşıyorlar mı? Örneğin Octavio Paz, bir denemesinde “ Çok satan kitaplar edebi eser değil, ticari metalardır” der. Ve aynı denemesinde, “ Edebiyatın mantığıyla piyasanın mantığı asla örtüşmez” diye sözlerine devam eder. Çünkü iyi okur seçici, neyi okuyacağını biliyor. Bu duruma gelmemizde suçlu mu arıyoruz? Suçlu çok.


6.

Şairin görünürlük arzusu… Sosyal medyada yaşanan içi boş tartışmalar ve bu tartışmalardan medet ummaya çalışan gruplar, sizin açınızdan bu gibi durumlar edebiyatın neresinde duruyor? Ahlakçı bir yaklaşımda bulunmak istemiyorum aslında, ama son dönemlerde edebiyatın ‘edep’ kısmı unutulmaya mı başlandı?

- Doğal olarak iyi edebiyat kuşatma altında. Buna sosyal medyada yaşanan içi boş tartışmalar, popüler olma kaygısı çanak tutuyor. Kimi kez edebiyatın içinde olan yazarlar bile farkında olmadan yanlış yapmaya sevk edilebiliyorlar. Oysa ki iyi edebiyatçının böyle kaygıları olmamalı. Görünürlük gibi. Fotoğraf çektiriyor, bazen televizyon kanallarında boy gösteriyor. Örneğin Bilge Karasu’nun yaşadığı dönem içerisinde böyle bir kaygı taşıdığını sanmıyorum. Sezai Karakoç’un bir fotoğrafı dışında başka fotoğrafına rastlamadım. Hiç fotoğraf vermez. Fakat günümüzde, güzellik, yakışıklılık yazınsal niteliğin önüne geçebiliyor. Bu arada Selim İleri kendisi ile yapılan bir söyleşide, “ Edebiyatın kendi içinden de çok baltalandığını düşünüyorum. Ömrü boyunca belli şeylere karşı çıkmış bir yazarı, günün birinde pop şarkıcısı gibi duvarda görmek çok irkiltti beni. – bu niye olmasın- diyor herkes. Behçet Necatigil yaşasaydı ve böyle bir şeyi yayınevi ondan habersiz yapsaydı, kim bilir nasıl yıkılırdı. Bizim nesil başka bir gönül eğitiminden, edebiyat eğitiminden geliyor. Bugün olup bitenleri çok da anlayabileceğimizi sanmıyorum. Tabii ki bir yazarla röportaj yapılacaktır, yapılması da gerekir. Ama bu röportajı – nasıl magazinleştireceğiz- -bunu nasıl paketlemeli – diye evde oturup düşünüyorlar- Metal Fırtına vızıltı kalıyor, insanın kendisine böyle büyük ihanetinden sonra.” dediğine tanık oluyoruz. Sanırım yaşadığımız süreçte her şey gibi edebiyatta kirlendi ve edebiyatın ‘edep’ kısmı unutuldu.   

7.

Ne yazık ki ülkemizde edebiyatın maddi bir gelir getirmediği su götürmez bir gerçek. Bu yüzden çoğunlukla şairler ek iş olarak öğretmenlik mesleğini seçiyorlar. Siz de bir şair-öğretmen olarak aynı durumu yaşıyorsunuz. Öğretmenliğin edebiyata bir yakınlığı var mı?(Sanki ikisi de aynı kulvarmış gibi gösterildiği için böyle bir ayrıma gittim) Yaratım sürecinizi etkileyen bir etkileşim alanına sahip olabiliyor musunuz?

- Aslına bakarsanız ek iş olarak öğretmenlik mesleğini seçmiş değilim. Koşullar böyle gerektirdi. Arkeoloji ilgi alanlarımdan biriydi tarih gibi. Sosyoloji, felsefe, psikoloji de. Üniversite sınavına girdiğimde tarih bölümü beşinci tercihim olduğundan bu bölüme kaydımı yaptırdım. Fakat ders kitaplarındaki tarihi hiç sevmedim. Yazmayı ise nerdeyse çocukluğumdan beri istiyordum. Kitapsa okumayı söktüğümden beri vazgeçilmezim olmuştu. Öğretmenliğimin ise beni beslediğini söyleyebilirim. Genç bakış açısı, farklı yüzler, okul içindeki hareketlilik ve sistemin zorladığı eğitim sistemi beni tetikliyor. Bu arada tabii bir taraftan çalışma hayatı, bir taraftan yazıyor olmak zor ama bir o kadar da güzel. Bu arada yeri gelmişken, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Hilmi Yavuz gibi pek şairin de öğretmen olduğunu biliyoruz. 





8.

Diğer sanat türleriyle birbirlerini besleyen bir alan: şiir… En çok da sinemadan, sinemanın içindeki görsel imgelerden, bakış açısından, ses uyumundan etkilenerek kendi iç dünyamızı genişletmeye, yeni anlamlar bulmaya çalışıyoruz. Sizin sinemaya ayrı bir ilginiz olduğunu düşünerek ekledim bu soruyu: sizdeki sinemanın uç noktaları neler? Şiirsel sinema oluştu mu Türkiye’de?

- Aslına bakarsanız her ikisinin de birbirini beslediğini söyleyebiliriz. Şiir dilinin yoğun ve eksiltmeli yapısı, az sözcükle çok şey söylüyor olması sinemanın sevdiği bir özellik. Sinema ise farklı bir dünyanın kapılarını aralıyor izleyene. Kendimize, dış dünyaya farklı açılardan bakmamızı sağlarken bir taraftan da izleyene gizliden gizliye şiddet uyguluyor. Örneğin sevdiğim yönetmenlerden Tarkovsy kendisi ile yapılan bir söyleşide, “   Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım.” der. Sanatın amacını, yöntemini ortaya koyar. Bresson’a göre ise büyük sanat eserlerinin hepsi birer şiirdir zaten; ister sinema, ister müzik, ister resim… O daha çok şiir gibi bir anlatımdan yana olmuştur. Filmlerinin en önemli özelliği de sadeliğidir. Enver Gülşen’in demesiyle, eksilterek çoğalan ve çoğaltan bir yönetmendir o. Kadrajına aldığı doğa ve insanı fazlalıklarından arındırıp kendine giden dünyanın kapılarını aralar. Bu anlamda bakıldığında, Türkiye’de başta Nuri Bilge Ceylan olmak üzere birçok yönetmene de örnek olmuştur. Fakat yine de batı sinemasında Raj Kapoor, Ingmar Bergman, Giuseppe Tarnatore gibi önemli yönetmenler filmlerinde yaygın olarak şiir kullanımına yer verseler de bizde böyle bir duruma pek rastlanmaz. İlk anda, Ümit İnal’ın ‘Teyzem’i, Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’ ve ‘Kış Uykusu’,  Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’, Yılmaz Erdoğan’ın ‘Kelebeğin Rüyası’ gibi filmler aklıma gelse de örneklerin az olması şaşırtıcı.  


9.

Sanal ortamda yaygın bir furya haline gelen “Şiir sokakta” eylemi bir süre sonra amacından saptırılıp başka yönlere çevrildi. Şairine ait olmayan dizeler dolaştı ortada. İyinin kötüye nasıl dönüştürülebileceğini bir kez daha yaşayarak gördük. Şiir sokakta mıydı gerçekten yoksa sokağa mı düştü?

- Aslına bakarsanız deformasyon yaşamın her alanında. Her şeyin ışık hızıyla kirlendiği, kirletildiği dünyada bundan edebiyat da nasibini alıyor. Bu arada internet sayesinde uzaklar yakın edilmiş durumda. Kısa zamanda insanlar ulaşmak istedikleri bilgilere ulaşabiliyorlar. Yazmaksa bir eylem, insanın kendisini ifade etme biçimi olarak devam ediyor. Bloglar, hesaplar açılıyor. Bu iyi bir şey tabii fakat şairine ait olmayan dizelerin ortalıkta dolaşması bir o kadar da iç acıtıcı. İnsan bulaştığı kirden arındıkça şiir de arınacaktır. Tüm bunlara karşın, hayatın, siyasetin kirlettiği dünyamızda yine de en temiz kalandır şiir. Zaten özlemimiz de savaşsız, sömürüsüz herkesin kendini özgürce ifade ettiği bir dünya değil mi?


10.

Az önceki sorunun bir bakıma devamı olarak; şairin sokaktaki varlığını da sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Yaşanan toplumsal olaylarda şairin yeteri kadar duyarlı olabildiğini en azından yangına biraz olsun su taşıdığını söyleyebilir miyiz? Çünkü bazı tanımlamaların da içi boşaltıldı. Herkes bir şeyleri sahipleneyim derken toplum ayrışma noktasına geldi. Gezi ayaklanmasıyla büyük bir atılım gerçekleştirilip yeniden alanların nabzını tuttuk. Bu da kötünün nasıl iyiye çevrilebileceğinin bir örneğiydi. Ölümler yıkımlar savaşlar devam ederken umut etmek sizce kolay mı?      

- Uzunca bir zamandır nerdeyse yaşanan olayların hızına yetişemiyorum. Biri biterken bir diğeri başlıyor ve gündem hızla değişiyor. Elbette şair yaşadığı coğrafyadan ayrı düşünülemez. Dökülen kanın henüz hesabı verilmemişken şairin kendisini bundan ayrı tutması, onun acı çekmediğini düşünmek, ona yapılmış haksızlık olur. Evet, günümüzde yaşanan olaylar denilince benim de ilk aklıma ilk gezi olayları geliyor. Sakat kalan, ölen pek çok insan. Travmatik bir durum bu. Gezinin yarattığı bu durum henüz atlatılmamışken başka katliamlar, dilediği gibi yaşayamamanın önünde gayriinsanî engeller… Yoksulluk, işçi ölümleri, kadın cinayetleri, eğitim ve sağlıkta yaşanan sıkıntılar… İçimizde derin yaralar açıldı. Pek şair yazar da – Klavye başı eylemcilerini dışarıda tutarak- evet, sokaktaydı. Şiir sokaktaydı. Şair meydanlara çıkmıştı. Umutsuz değilim. Umutsuz olmak hayattan umut kesmek demektir. İnsanlığın güzel günler yaşayacağına dair inancımı diri tutmak istiyorum. Bu coğrafyada yaşayan insanlar bir gün barışın, özgürlüğün şiirini yazacaklar. Ve yeni bir dünya algısı ile biçimlenen dünyada demokrasi ve şiir yeniden yeşerecek.

11.

Bu güzel söyleşi için çok teşekkürler. Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

- Ben teşekkür ederim. Kaleminiz daim olsun.  

                        
                          küçük İskender ile söyleşi 

                     "Şiir, kim bilir, bize tanınan son fırsattır."

1.


Önyargılı bakış ve salt yaşam statülerine karşılık Türkiye şiirinde önemli bir engeli aşıyorsunuz. küçük İskender, bu engeli aştığı, en azından karşı tarafa sağlam bir barikat kurduğu için “marjinal’’ görülüyor. Marjinallik nasıl bir duygu demeyeceğim; nasıl bir olgu?

Marjinal yakıştırmasını gençlik dönemlerinde safça sahiplendiğimi söyleyebilirim; ama burada bir hatadan çok, adres tanımlamasına uyum sağlama söz konusuydu: Var olanın daha ileri noktaya götürülmesi ve orada dönüştürülmesi nedeniyle sarf ediliyordu o söz ve doğruluk payı taşıyordu. Birçok insanın özleyip de gidemediği yer gibi. Oysa şimdi marjinallik, aykırılık, ret kavramlarıyla birlikte anılıyor ve bir aforoz mekanizmasının dillendirilmesinde sizlerin de bildiği gibi topluma ters düşen anlamına sürükleniyor. Marjinallik eskiden başlı başına sosyolojik bir grup tanımıyken şimdi siyasi jargonda genel kurallara aykırı, suçlu kapsamında bir sınıflandırma için kullanılıyor ne yazık ki. Bu oyunu bozmak adına ben de marjinal olmadığımı söyleyerek farklı bir strateji geliştiriyorum.



2.

Kişinin kimlik mücadelesi bireyin şekillenmesinde önemli bir yer kaplıyor.  Ama birey kimlik dışına çıktığında topluma karışıyor. Sizin kimlik mücadelesiyle kat ettiğiniz mayınlı yolu işaret ederken gençlere/bireylere göstermek istediğiniz güzergâh, şiirinizde hangi yöne sapmaktadır?

Beynin özgürlüğü, bedenin bağımsızlığı canlı familyalarının tartışılmaz gerçeklerinden; uygarlık, tarih, milliyet, din gibi toparlayıcı ve yanıltıcı olabilecek alanlarda bireyin şekillenmesini gelişim olarak öne sürüyorsanız bu gelişimin özerkliği en baştan yok sayılmıştır. O nedenle şekillenmeyi bir tür ‘aslına dönüşüm’ tabiri diye kullanıma açmalıyız; yahut benim tavrım o yönde. Kimlik, sizin isteminiz dışında da vardır; dayatılan, size biçilmiş, ezberleyip uygulamanız beklenen şablonlarla. Kimliğin korunabilmesi, kimliğin çoğulculuğu (yani demokratik değil de tamamen algıda kapsayıcı), kimliğin bir statüden sıyrılması tahmin ettiğiniz mayınlı bölge. Şiirin bu bölgede işlevi olduğunu sanmıyorum. Oralardan geçiş sürecinde, şiirden çok tavra ihtiyacı var insanın.  

3.

Şiirin okuyucu kitlesi bir ‘azınlık’tan oluşuyor. Küçük İskender bu azınlıktan çoğunluk yaratmış ama yalnızlığının farkında olan bir şair. Şiir teorisyenliğine soyunup imge yakalamak pahasına hayatı ıskalamamış; aksine hayatı bir bütün olarak görüyor. Dağınık olduğu kadar düzenli bu yalnızlık tablosundan hoşlanıyor musunuz?

Şiirin toparlayıcı bir özelliği, birleştirici bir etkisi olduğuna inanmıyorum zaten. Okurun azınlıktan oluşması yadırgatıcı değil böylelikle. Şiirden ne beklediğinizle ilintili sorunuz; şiir bir refleks sadece. Duyusal/düşünsel ekibin, argümanın refleksi. Oradaki yalnızlık, yalnız bırakılmışlıktan, yalnız kalmışlıktan çok, yalınlıkla temasta. Hiçbir sıkıntı yok. Reflekslerinizde size özel ve doğalsanız, kainatla barışıksınızdır. Yalnızlığın yalınlık olduğunu hissettiğinizde sakinleşirsiniz. Hoşlanma demeyelim buna, sakinleşme daha yerinde bir tespit.    



4.

Herkesin her şey olmak istediği bir ortamda yaşıyoruz. “Herkes şair olsa mesela, ya da muhacir/Bir fal açsam dimağ desem/Bir dimağ açsam günaydın desem/Eşitlik isteyenlere karışıp halk olsam/Halk isteyenlere kızıp bir boka yaramaz halt olsam” diyorsunuz. Sizce kafamız mı karışık?

O dizelerde kafası karışıkların bu curcunadan medet ummasına yönelik bir eleştiri vardır. Sürekli değişimi dikey değil de yatay okuyanlarla alay etmiştim. Kafalar elbette karışık, çünkü kimse ne istediğini söyleyemiyor. Çekiniyor. Ürküyor. Lafı bir oradan bir buradan döndürüp bin kılıf ararken de ayağı takılıyor. Ne istediğini birdenbire söyleyene de marjinal yaftası yapıştırılıyor. Mesele bu kadar basit.  

5.

Yeri geldiğinde iktidarı eleştirmek konusunda mangalda kül bırakmayan bir şiir ortamını gözlemliyoruz. Peki onlar kendi iktidarlarının farkındalar mı? Farkında olup kendilerini mi aldatıyorlar? Son dönem şiir ortamı hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyim?

İnan ki mümkün mertebe izliyorum yazılanları, tartışmaları; içim sıkılıyor. Sürüden ayrılanı sanatın kaptığını bir görebilseler, insanlık huzura kavuşacak. Hayatımın inşasında o tür insanlardan daima uzak durmaya çalıştım; beceremedim tabii. Ancak, bende söz sahibi olmalarını engelleyebildiğimi iddia edebilirim. İnsanlar şiir yazıyor, yazacaklar da; kimse buna karşı çıkamaz. Okur olarak son dönemde tercihimi yapma, hangi şairleri sevdiğimi saklama hakkımı da korumam lazım. Eğer inandırıcı iseler, seviyorum. İnandırıcı değilseler, İlhan Berk gibi öteden gülümsüyorum onlara sadece.   

6.

Varlık dergisinde ‘Rimbaud Akademisi’ adlı bir köşeniz var. Küçük İskender kendi köşesine şiir gönderse, kendisi için nasıl bir değerlendirme yapardı?

Eğlenceli bir soru. 17-18 yaşlarındayken kapısını çaldığım ilk dergidir Varlık dergisi. O dönemin editörü Kemal Özer, “yazdıklarımın dergiye pek uymadığını” belirterek geri çevirmişti şiirlerimi. Kötü şiirlerdi büyük olasılık. Bugün Varlık, *yazdıkları dergiye uymayan* birçok isme kapısını açan bir dergi konumunda. Rimbaud Akademisi bağlamında biz de öyle yapma uğraşındayız. Herhalde yayımlanırdı şiirim diye düşünüyorum. İkna yeteneğim o yaşlara göre gelişmiştir şüphesiz. O zamanlar daha kırılgan, daha romantiktik yaş gereği. 

7.

Şiirimizde kendi düşüncesini başkasının algısıyla oluşturan,  yapay duyarlılık peşinde tekrar hayatlar yaşayan şairlerin kendi otantik seslerini koruyup çoğaltmaları için yaslanacakları dil, hangi uğrakları dışarıda bırakmalı, hangi sapaklara uğramalı?

Dili bir aritmetik olarak görebilirsiniz. İşlemleriniz, denklemleriniz, fonksiyonlarınız, kümeleriniz mutlak değerde size ait. Her nehir aynı denize mi dökülüyor? Yo! Herkes nehrini taşır, deltasını oluşturur ve akacaksa akmak istediği denize kavuşur. Burada şu yol izlenir, şu bellek haritası uygulanır, şu yöntem mubahtır gibi bir kanaat önderliğine soyunmak terbiyesizliktir. Her kelle, üstünde durduğu gövdeyle bütündür. Şairler bu noktada dinleyici olsunlar ama boyun eğen olmasınlar fikrimce. 

8.

Şiir dilini deformasyona uğratarak yeni bir dil yarattığını düşünen, hâlbuki dili yoran algılara bakışınız nedir? Şiirdeki dil sorununa çok eğileyim derken hayattan uzaklaşıp yapay bir şiir mi yazıyoruz? Ya da ikisinin tartısı var mı?

Dil bazen araçtan çıkıp amaç da olabilir kimi şairlerde; bu gayet hoş bir genleşme. İdeolojik, anlatımcı, didaktik şiirin dışında da bir şiir var, olmalı da. Klasik anlatımın tükendiği savıyla açılımlara yönelen akımları hepimiz inceledik. Çoğu da birbirini tetikleyerek alanlarını oluşturmuşlardır. Güzel midir sorusuna gelirsek; en azından ilgi çekici ve merak uyandırıcı oldukları kesin. Haz alıyor muyum? Eğer kuvvetli ve doğru bir metin çıkmışsa, ben seviyorum. Dil içindeki araştırmalar, iletişim sürecinin insanla ilişkisini değerlendirme açısından ağır önemler içeriyor. İthamdan çok kanıt için dilin arkeolojisi, fütirizmi, avantgard tekniği ileri taşır.



9.

Şiirin geniş atlasında neredeyse yeni olanın kalmadığı ortadayken, yazdıkları okuduklarından çok yer kaplayan kalemler, çok sık gömlek mi değiştiriyor; yoksa derileri mi inceliyor giderek?

Ortada bir sığlık, bir tekrar, bir beyin yıkama, bir yozlaşma yoksa bırakın yazsınlar. Konuşmalarından daha iyi bence. Sesin gürültüsü, sözün gürültüsünden beter. Sözü okumazsınız ama sesi duymam diyemezsiniz.

10.

İktidarların insan olmayı ötekileştirdiği bir çağda şiire, ‘öteki’leri en çok ekleyen, onlarla omuz omuza mücadele eden Küçük İskender, 35 yıldır duyarlılığından hiçbir şey kaybetmedi. Üstelik bu duyarlılığı performans gecelerine dönüştürdü: Çoğunluğu gençlerden oluşan bir okuyucu kitlesi yarattı. Şiiri paylaştı, şiiri sevdirdi. Bu doğrultuda 2014 Erdal Öz Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. Bu çerçevede ödüller hakkında neler düşünüyorsunuz?

Edebiyatın en tehlikeli mecrası ödül. Her şairin fikri vardır bu konuda, tartışmasız. Kimi tamamen karşı, kimi ödülün işlevine göre ılımlı, kimi jürideki isimlere göre hırçın ya da olumlu, kimi de ödülün önemine göre destekçi. Ben, ‘şairin canı ne istiyorsa ondan’cıyım. Ne kızarım, ne yargılarım. Eğer katılan kişi arkadaşımsa, kazanırsa kutlarım; kaybederse yüreklendiririm. Genç arkadaşların ödüllere yönelmesinin kısmi yapıcı yanları yok değil: Geniş bir söyleşi olanağı elde edebiliyor, böylelikle meselelerini dillendiriyorlar. Ayrıca, istekliyseler kitapları yayımlanabiliyor. Ama o kadar. Oraya kadar. Ötesini beklemek safdillik olur.   

11.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Derginizin kuruluşu öncesi şehrinizde sizlerle buluştuk, birlikte şiirler okuduk, mükemmel zamanlar geçirdik. Yaşadığınız coğrafya zorluklarına rağmen muhteşem. Umarım derginiz uzun ömürlü olur, ama bundan daha önemlisi güzel şiirlere, yazılara; iyi şairlere ev sahipliği yapmayı sürdürür. Şiir, kim bilir, bize tanınan son fırsattır. Böyle düşünen tüm dostlara selamlar olsun!    

Amanos Edebiyat, 5. Sayı, 2015 



                   NİHAT ÖZDAL İLE SÖYLEŞİ


1. Nihat Özdal “yazan” değil “yapan, inşa eden” şairler kulvarında bütünlüklü eserler vermeye devam ediyor. İlk iki kitabınız minimalist bir söylemle, dize aralarına sıkıştırılan başka şair ya da yazarların epigramlarıyla da farklı bir okuma alanı açıyor okura. Bu farkındalığın nedeni nedir? Yıllardır her sabaha bir şair ve şiirle başlarım. Gittiğim şehirleri ya da ülkeleri orada soluklanan şairlerin dizeleri ile dolaşırım. “Google’den Önce” ve “Kanat İzleri”nde onlara selam verirken, şairlerden ya da diğer okumalardan yola çıkan, kendi içine yaslanan yeni bir dil, dikey/yatay hatlarla diagonal bir okuma oluştursun istedim. Küpün yoğunlaşması gibi, farklı eksenlerden aynı okumayı yapabilir miyiz? Bunu minimal bir estetizasyon ile denedim. Bu kontrast okurda nasıl bir etki bıraktı, kitaplar orada…
2. İlk iki kitabınızda epigramlar baskın bir öğe iken üçüncü ve yeni yayımlanan şiir kitabınız “Düğmeler” de bu özelliği göremiyoruz. Yine bütünlüklü, yine belli bir amacı var. Ayrıca tek bir eşya üzerinden oluşturulmaya çalışılan sorunsal da şiirinizin başka bir yöne doğru yol aldığını gösteriyor. Biraz bu yoldan bahsedelim. Düğmeler hangi yolun ilk hazırlığı? “Düğmeler” bir üçlemenin ilk kitabı, devamında “deri” ve “koordinatlar” kitapları olacak. Bizde birbirinin devamı kitaplar çok azdır. Sloterdijk, dünyayı köpüklü bir mekan olarak farklı boyut ve nicelikteki kabarcıklarla dolu olduğunu söyler. Mimarideki dış yalıtım ve bağışıklık aracı olarak dış cepheye olan iştah ne yazık bugünün şiiri için de geçerli. “Düğmeler” küçük şeylerin büyük sonuçlarını göstermek için yazıldı. Kendi mesajını çözülerek ya da ilikleyerek, işlevsel olanın dışarıdan bağımsız olarak da mümkün olduğunu söylemeye çalıştı. Aşk burada başlamıyor mu? 3. İki binli yıllarda yükselişe geçen deneysel şiir, iki binli yılların ortalarına doğru kısıtlı da olsa bir okur kitlesi yakalamayı başardı. Deneysel şiire alan açmaya çalışan dergilerin hızla çoğalması da bunun açık bir göstergesi. Deneysel şiirin Türkiye şiirine ne gibi katkıları oldu? İkinci Yeni’den sonra onları aşan bir atılım gerçekleştirebildiler mi? Günümüz şiir ortamının deneysel şiire bakışı sizce nasıl? Burada önemli olan “deneyin” neleri tetikleyebildiği. Benim de içinde olduğum “görsel şiir” ciddi bir atılımdı. Yeni bir şey arayan genç şair halen “zinhar” ve “poetikhars”tan besleniyor. O dönem şiir, “iş” üreten şairlerin bir kısmı şuan farklı mecralarda. Günümüz şiir ortamının deneysel şiire bakışı nasıl? Mevcut olana meydan okumalar ancak seçici olabilir, kurumsallaşmış olanların bunu anlayacak zamanları ve gücü her zaman olamayabiliyor.


4. Kendi ahengi, uyumu, birlikteliği içinde “yeni” bir şey denemek varken görüntüye, imaja, jestlere yaslanan bir şiirin geleceğinden kuşku duymak hakkımız değil mi? Deneysel şiirle ilgilenen şairlere en çok getirilen eleştirilerden birisi, deneyin dili bozarak yarattığı dilsel deformelerin ya da oyunların bir sonuca eklenememesi. Bunun içine görsel bazı özellikler de katılarak durum iyice bir çıkmaza sürüklendi. Deneysel şiir, deneyde mi kaldı sadece? Konvansiyonel şiir, içeriyi dışarıdan ayırıp çevreleme çabasını ifade eder. Bu durum dışarının kendisini kapatıp çevrelemek sonucu ile aynıdır. Deney, güvenlik çemberine alınan “sözcüklerin” yalnızca hava ve ısı niteliğini gözetmesi ile değil, soluk almasıyla da ilgilenir. Bu soluk almalar şiir var oldukça devam edecek. 5. Teknolojik gelişmeler bazı kolaylıklar sağlarken ayrıca bazı insani özelliklerimizi de çalmaya başladı. 2000’li yıllarda doğan bugünün ergeni, nostaljinin ne demek olduğunu bilmiyor. Mektup yoluyla iletişim kuran insanların anlattıklarını hayretler içinde dinliyor ne yazık ki. Ve bu yabancılaşma şiirimize de yansıdı. Teknolojik dil, şiirsel dilin yeni bir aracı olarak kullanılıyor. Her sabah uyandığında cep telefonuna “merhaba” diyen, bildirimlerini kontrol eden, saatlerce mailleşen toplumumuzun hafızası nasıl diri tutulacak? Bu durumun şiire yansıması nasıl oldu, olacak? Mektup benim için bir nostalji olmadı. Hala düzenli olarak mektup yazar ve büyük bir heyecanla postacı beklerim. Belki şiirin yolculuğu için yeni araçlardan söz edebiliriz. Bu bence özel ve değerli, ülkemizde çok konuşulmasa da 2003’te küratörlüğünü Dimitri Bulatov’un yaptığı “ses” şiirleri antolojisini yayınlanmıştı. Bu söyleşiyi okuyanların teknoloji şiir ilişkisi bağlamında bulup dinlemelerini isterim. Teknoloji şiir için yeni yollar oluşturdu, ses olanaklarını kullanan “ses şiir” bunlardan sadece biri, aynı şekilde görsel araçları kullanan “görsel şiir” başka biri… Asıl düşünme yolu dil olsa da dilin baskıcı taraflarını şair poetik tekniklerle başka yerlere taşıyabilmelidir.


6. Halfeti’den sonra Antakya sizin için ayrı bir öneme sahip. Üniversite öğreniminizi burada görmeniz, ilk şiirinizin Antakya merkezli Taflan dergisinde yayımlanması, çeşitli sanatsal etkinliklerde bulunmanız, şiir dünyanızı da içine alarak Halfeti ve Antakya arasında yoğun bir bağ kurmuş. Şehirlerin şiirinize katkısı hakkında neler söyleyebilirsiniz? İlk çocukluğumun geçtiği her yer sular altında kaldı. O çocukluğu suyun derinliklerine dalarak bulmasam da şiir yardımcı oluyor. Göl kıyısında dalış takımları, surf boardları ve şiir kitapları arasındayım. Göl geceleri gökyüzünü gözlemleyeceğim kadar karanlık. Bulutları, yıldız hareketlerini ve kuş göçlerini düzeni olarak takip ediyorum. Şiirimi sabah kıyıdan çektiğim ağlarla çıkarıyorum. Antakya’da uzun uzun çevlik plajını dolaşırdım, ilk akşamlar ise şehrin dar sokaklarında geçerdi. Şehirlerin şiire katkısı, Oktay Rıfat’ın içinden şehir geçen bir dizesi var, “Hangi şehirde yoksan ben kaybolurum orada”; bir şehri mümkün kılan “aşk”tır, ötesi hep kaybolmak. “Koordinatlar” kitabımda okur bunu bulacak, zaman geçiyor ama şehirler gibi koordinatlar hep kalacak… 7. Türkiye şiirini özümseyen bir şair olarak dünya edebiyatından da ciddi etkiler taşıdığınızı düşünüyorum. Dünya edebiyatı şiirinizin, okumalarınızın neresinde duruyor? İlk okuduğum şiir kitabı Neruda’nın “Kaptanın Dizeleri” olmuştu. Ardından önce Neruda sonra tüm Latin Amerika şairlerinin ülkemizdeki kitaplarını, çevirilerini okudum. Şiirle ilişkim Türkiye’den şairlerden çok dünyadan şairleri izleyerek okuyarak başladı. Dünyada neler oluyor bunları antolojilerden bağımsız izlemek gerek diye düşünüyorum. Umarım yayınevleri daha çok çeviriye yer verir.

8. Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim. Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı? Antakya edebiyat dergiciliğinde çok önemli bir yere sahip, şuan bunun son temsilcilerisiniz. Umarım olabildiğince uzun soluklu olursunuz, Amanos dünyanın en güzel dağ adlarından biri, şiir bir yükselti biçimi ise oradan düşmeye devam edelim!


Amanos Edebiyat




Roland Barthes'ın Dostluğu Hepimizin Dostluğu

Yeryüzüne iki kök olarak düşmüş bu iki ismin (Barthes ve Sollers’in) etrafında bazı konuları konuşmak aydınlatıcı olacaktır. Mektup ve iki ‘...