Öykülerinizde eksik bıraktığınız karakterler hem gerçeklikle hesaplaşıyor hem de yeni bir arayışı zorunlu kılıyor. Ayna Çarpması, Pavese’den bir alıntıyla başlıyor, ben de ondan devam ederek ilk soruyu sorayım: kendinden başka kimi arar insan? Öykü, kendimize giden bir yol mudur?
Öykülerde bile isteye veya farkında olmadan “eksik bıraktığım karakterler” aslında “okurla” işbirliğine bir davet, boşluğu birlikte doldurma çabası, metni bir daha ve birlikte yazma gayesinden başka bir şey değil. Çünkü yazar kadar okur da metne dahildir, onu çoğaltır veya eksiltir.
Ve evet, “kendinden başka kimi arar insan?”
Şimdi böyle yazınca belagat gibi duyulabilir, hikmet burcundan konuşuyormuş gibi alımlanabilirim ama, kendine varmak için başka başka yerlerde ve bambaşka kişilerde ve hatta olur olmaz zamanlarda dolaşır insan. Kendine varmak, kendini tanımak insanın temel arayışıdır. Çoğu zaman varılan yerin de bir kıymetinin olmadığı, önemli olanın “arayışın kendisinin” olduğu da çokça dile getirilmiştir.
Öykü de, bütün diğer türler gibi ve onlar kadar, roman ve şiirden ne eksik ne de fazla, kendimize giden yolda bir araç. Asıl mesele kurmak istediğimiz o cümleye varmak, o cümle olabilmek!
Geçmişi anlatırken ondan kurtulma, oraya geri dönmeme isteği daha baskın. Ancak ben ara nüanslarda minnet duygusunun da ortaya çıktığını düşünüyorum. Öfkelenip kızamamak, bağırmak isteyip suskunluğa gömülmek… Örneğin baba üzerinden gerçekleştirilen şu ince ayrıntı: “Öksürüğüm babamın öksürüğü gibi; kesik kesik, tutuk tutuk, sonra birden kesilmemecesine. Ölürcesine. Ne çok korktum öksürürken ölecek diye, ne çok sevindim.” Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
“Baba” teması edebiyatta en çok işlenen temalardan biri oldu hep. Dostoyevski'den Kafka'ya, Oğuz Atay'dan Yusuf Aılgan'a, yazarlar çoğu zaman bu meseleyle ilgilendi. Haliyle benim de meselelerimden biri oldu. Bunca söz edilen bir mesele hakkında ben de ek bir cümle kurabilir miyim derdiyle yazılmış bir metin o.
“Yasak Bölge” öyküsünde şöyle bir cümle var: “Adı: Baba!.. Yahut çok çiğnenmiş bir patika.” Farkındalık iyidir her zaman. Benden önce kim, hangi yolu hangi şekillerde yürümüş; bu, beni fazlasıyla ilgilendiriyor. Tam da bu sebeple kurmuştum bu cümleyi. Edebi bilgi her zaman yol aldırır yazara, ama ve asıl daha önemlisi edebi sezgidir yazara yol açtıran.
Geçmiş; o bizim güzel kamburumuz, doğru rehberimiz.
Yapılanları görüp gördüklerimizle yaşamak, dünyada bir göz olmak nedir? Öykü, göz kulak olur mu dünyaya?
Yapılanları görmek, görmenin o ağır yüküyle yaşamak, “tanık” olmanın sancısını duymaya başlamaktır. Tüm bu yaşananların öyküye evrilmesinde, kurmaca bir metne dönüşmesinde ise ince bir hattın, hassas bir terazinin olduğunu düşünüyorum. Doğru veya yanlış bilgi vermenin, belgelemenin edebiyatla bir ilişkisinin olduğunu düşünmüyorum, edebiyatın böyle bir görevi yok, onun derdi “güzel”ledir. Ve elbette, güzel bir öykü bize göz kulak olduğu gibi karşıdan karşıya geçerken elimizden de tutar.
Gece silgisi adlı öykünüzde “Yoklama defteri”nde kaybolan ‘kahraman’ yolda mıdır hâlâ?
Ben de o metnin bir okuru olarak söyleyebilirim ancak: Yolda olanı var, döneni var, kalanı var.
Bir öykünüzde “insan bir gecikmedir şu dünyada,” diyorsunuz, insan bütün gecikmeleri kapatmak için mi yazar?
O cümleyi yazarından ziyade, o öykünün anlatıcı sesinin kurduğunu unutmayalım. Yazmanın sebebine gelince, sanki ve hep, dünyada yazılmış ne kadar metin varsa o kadar da yazma gerekçesi var.
Uzaklaşma, suskunluk, kendine varmak, eksiklik, kelimelerden içe yapılan bir yolculuk… Şuraya geleceğim: kaderi keder yapan ve bunu öyküye yerleştiren kelimeler midir?
Ressam Manet, “Benim de güzel duygularım var, ama onları şiir olarak kâğıda dökemiyorum,” demiş şair Mallarme'ye, o da “Şiir duygularla değil, kelimelerle yazılır,” demiş. Ve tabii mısranın haysiyetinden söz eder Yahya Kemal. Öyküye de temel bakışımızın buradan olması gerektiğini düşünüyorum.
Varlık, Temmuz 2018
BETÜL TARIMAN İLE SÖYLEŞİ
1.
Sevgili
Betül hocam, ilk üç kitabınızda işlediğiniz konular: bireyin yalnızlığı, taşra
yaşamından izler ve toplumsal göndermelerin sesini yavaş yavaş duyurduğu bir
çeşit bolluğuna sahip, ancak ben Kardan Harfler kitabınızla farklı bir yola
geçtiğinizi, aynı temaları daha da derinleştirerek, dilin içinde bir şeyler
yapmaya çalıştığınızı düşünüyorum. Şiirde dil sorunsalına biraz değinecek
olursak, Betül Tarıman’ın dil anlayışı
ve dil kaynakları nelerdir?
- Sizinde bildiğiniz gibi şiir, şairin
imgelem, düş gücüyle hayat bulur. Ayrıca insanın düş gücü sınırsızdır.
Sözcüklere sözlük anlamlarının dışında yeni anlamlar katar, onları yeni baştan
yaratır, dilin genel kuralları içindeki cümle yapılarından çıkararak farklı söz
dizimleri oluşturur. İşte şairin tamı tamına yaptığı budur. Özgün imgeleri
başarıyla dile getiren şiirler, özgün bir sanatsal yaratı özelliği taşırlar. Öte
yandan her dil biriciktir ve onu konuşan toplumun tarihinin, kültürünün
taşıyıcısıdır. Bu sebeple şiirde dil denildiği zaman benim aklıma yaratım
süreci geliyor. Ne de olsa şiir bir üst dil yaratma sanatı. Şairi belirgin
kılanda onun yarattığı dil. Bu da hemen oluşan bir şey değil. Özellikle
gençlikte etkilenmek doğal. Fakat bu zaman içinde değişip dönüştürülmelidir.
Değişip dönüştükçe şair kendi dilini bulacak, becerememiş ise yok olup
gidecektir. Bugün Ece Ayhan, Behçet Necatigil, Asaf Halet Çelebi, Yahya Kemal
Beyatlı, Gülten Akın, Ahmet Haşim’i farklı kılan onların yarattıkları dildir. Ayrıca
gelenek önemli tabii. Bugün Türkçe şiir yazan bir şair Yunus Emre ile arasında
bir bağ olduğunu aklından çıkartmamalı. Okumalı, çok okumalı, unutmalı.
Bildiğimiz ise bildik bir hikâye. Usta şair, çırağına şöyle seslenir: “ Git, aruz vezinli şiirler yazıp bir defter
doldur, sonra yazdıklarının hepsini unut, şiire baştan başla!” Bu ne kadar
doğru bir söylem. Evet, bu anlamda dili önemsiyorum. İğne ile kuyu kazar gibi
ama kendi içimde o her ne ise onu bulup, o dil ile yazarak.
2.
İki
kitabınıza ‘Kar’lı isimler vermeniz sanırım bir rastlantı olamaz. Kastamonu’nun
sizin için ayrı bir önem taşıdığını biliyorum.
Taşrada üretmek, ürettiklerinizi paylaşmak ya da sesinizi duyuramamak
nasıl bir duygu? Şehir hayatının
taşranın masumluğuna dokunduğunu onu alet ve edevatıyla işgal ettiğini
düşünüyor musunuz?
- Daha önce benimle yapılan söyleşilerde
babamın mesleği nedeniyle Anadolu’nun pek çok kentini gezip görme fırsatına
sahip olduğumu söylemiştim. Sanırım 74 yılıydı ve babam doğu hizmetini yapmak
üzere İstanbul’dan Bingöl’e tayin olmuştu. İlk kez orada kar ile tanıştım.
Nerdeyse çatıları kaplayan, yolların kapanmasına neden olan kar bizleri
derinden etkilemişti. Bu nedenle çocukluğuma dair o güzel günler aklımdan bir
türlü çıkmaz. Tabii sonra büyüdüm, bu kez ben devam ettim babamın bıraktığı
yerden. İlk görev yerim Trabzon’un Akçaabat ilçesi Derecik nahiyesi idi. Soba
ile ısındığımız buz gibi sınıflar, çatıdan damlayan yağmur suları ve dışarıda
yağan kar... Ardından zorunlu hizmet görevimi yapmak üzere gittiğim Kastamonu.
Hep karın yoğun yağdığı yerler. Bu nedenle kimi şiirlerimde kar imgesinin yer
alması, iki kitabımın adının, ‘Kardan
Harfler’, ‘Kar Merdiveni’ olması
tesadüf değil. Ayrıca sizinde söylediğiniz gibi Kastamonu’nun hayatımda ayrı
bir yeri var. Çünkü bu kentte anne oldum, ilk şiir kitabım ‘Ay Soloları’ burada okurla buluştu, kadınlarla
atölye çalışmaları yaptım, şiir dinletileri düzenledim, Necatigil, Oğuz Atay,
Rıfat Ilgaz gibi şair ve yazarlar adına etkinlik ve yarışmaların düzenlenmesine
katkı sundum. Buna Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi’nin ( WALD)
Mahalleleri ve Muhtarlıkları güçlendirme Projesinde kapsamında yapmış olduğu
çalışmada gönüllü olarak çalıştığım da eklenebilir.
Öte yandan kent bir okuldu benim için, ben de o kentin iyi bir
öğrenciydim. O sıralar henüz bilgisayar yoktu. Daktilo ile yazdığımız şiiri
zarflar, postaya verir ardından derginin çıkmasını heyecanla beklerdik. Bir de
kendime bir posta kutusu edinmiştim. PK 63. Kastamonu’ya gelmeyen, abone
olduğum dergileri buradan alır ya da Altındağ Tuhafiye’den düğme, fermuar,
iplikler, tokalar arasından bildik bir iki dergiyi edinirdim. Taşrada yaşamak
zordu ve ben bu anlamda zorlanıyordum. Fakat abone olduğum dergiler, edindiğim
kitaplar sayesinde bu durumu bir süre sonra aştım. Yazdığım şiirleri, okuduğum
kitapları tartışacak kimse olmasa da yalnız köşemde ürettim. Taşra ya da şöyle
diyeyim Anadolu’nun bu tarihi çok eskilere giden kenti beni etkiledi ve besledi.
Çünkü iç içe geçmiş binaların arasında değil de ahşap konakların arasında
yaşıyor, ahşabın o tuhaf kokusunu derinlerimde duyumsuyordum. Ayrıca şair bestekâr
Leyla Saz, Baharzade Feride Hanım’da bu kentten geçmiş, kendilerinden iz
bırakmışlardı. Dahası kimine göre taşra sayılan bu kentte hasta olduğunuzda
kapınızı çalan, bir tas çorba uzatan birileri hala vardı. İlk şiirim ‘Son Eylül’ ün 1992 yılında Kıyı Kültür
ve Edebiyat Dergisi’nde yayımlanmasının üzerinden bir yıl geçmişti. 93 yılıydı
ve Kastamonu’daydım. Varlık dergisine gönderdiğim şiirlerim yine o yıllarda
yayımlanmaya başladı. Sadece daktilo ile yazıp postaya veriyor, dergiyi
heyecanla bekliyordum. Can Yayınları ve Yapı Kredi Yayınları ile buluşmam da
bundan farklı değildi. ‘Güle Gece
Yorumları’ adlı dosyamı Öner Yağcı’nın tavsiyesi üzerine Can Yayınları’na
göndermiştim. Üç ay sonra da sevgili Hilmi Yavuz beni telefon ile aramış
dosyamı beğendiğini, kitaplaşacağını söylemişti. Daha sonra da aynı
yayınevinden 2005 yılında “Yol İnsanları”
adlı dosyam okurla buluştu, Necatigil Ödülü’nü
aldı. ‘Kar Merdiveni’ adlı
dosyam içinde aynı durum söz konusuydu. Bu arada zaman içerisinde yeni bir şiir
dosyası da oluşturmuştum fakat Can Yayınları şiir dizisine son vermişti. Karlı
bir kış günüydü ve ben dosyamı postaya vermek üzere yeniden yollara düşmüştüm. Yapı
Kredi Yayınları’nda editör Güven Turan’dı. Dosyamı gönderdim. On gün sonra bana
dosyamı beğendiğine ilişkin bir mektup yazdı. Mutlu olmuştum. Daha sonra da
yayınevinden dosyamın kabul edildiğine ilişkin bir telefon aldım. Benimkisi
böyle bir macera işte. Zorlu ama güzel. Evet, taşrada olmak beni besledi,
taşranın imkânlarından yararlandım. Ama yine şehir hayatının taşranın
masumluğuna dokunduğuna, işgal ettiğine de inanmıyor değilim.
3.
İktidar
odaklarının ve ataerkil dilin aynılaştırdığı dünyamızda, kadın olmak ve şiire
emek vermek çok önemli bir edim, bu duyarlı duruşunuzu şiirlerinizde anne
temasıyla çoğullaştırdığınızı varsayarsak, anne evin gerçekten efendisi mi?
- Şimdiden geriye dönüp baktığımızda,
kadınların pek çok anlamda mücadele verdiğine tanık oluyoruz. Hayatın pek çok
alanında olduğu gibi kadınlar ne yazık ki edebiyatta da pek çok zorlukla
karşılaşmışlar. Kimi kez kendi adlarını kullanarak şiirlerini yayımlayamamışlar.
Fakat yine de Amasyalı Mihri Hatun gibi örnekler de yok değil. Mihri yüzyıllar
öncesinde kadın duyarlılığı ile yazdığı şiirlerden bir divan oluşturan az
sayıda kadından sadece biri. Bunu Ayşe Hubba Hatun, Şeref Hanım, Hatice İffet
gibi isimler izliyorlar. Sonrasında ise edebiyatın çeşitli dallarında
güçlüklerle karşılaşsalar da kalem oynatan kadınlara rastlıyoruz. Ahmet Cevdet
Paşanın kızı Fatma Aliye ise evlendikten on yıl sonra eşinin izniyle
Fransızca’dan roman çeviren bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Bunu da kendi
adını vermeden “Bir kadın” adı ile yayımlıyor. Ahmet Mithat Efendi ile birlikte
yazdığı romanda da yine imzası “Bir kadın” oluyor. Daha sonra kendi adı ile
yazdığı romanlarda, kendi dilini arayan, kendi dili ile söyleyen kadın
kahramanlara yer veriyor. Edebiyatımızın önemli isimlerinden Gülten Akın ise kadın
olmanın bastırılmış halini, yok sayılmayı, kuşatılmayı şiirlerine taşıyor. Bu
şiirlerde töre, yasak, ayıp, yasa tarafından erkek egemen sistemin sıkıştırdığı
kadının dili var. Doksanlardan itibaren de bu anlamda bir kırılma yaşanıyor.
Sayı nitel ve nicel anlamda artıyor. Fakat yine de iktidar odaklarının ve
ataerkil dilin aynılaştırdığı dünyamızda kadın olmak zor. Yıllardır bu ülkenin
kadınları bir şekilde seslerini duyurmaya çalışıyor, şiddete maruz kalan,
tecavüze uğrayan kadınlar kendilerini anlatacak bir yer arıyorlar. Sanırım
ihtiyacımız olan şey zihniyet değişimi. Ve ayrıca bu sorun çok katmanlı ve uzun
soluklu çalışmaları, araştırmaları, bilim insanları, STK’lar ile koordineli
çalışmaları gerektiriyor. Ülke idaresinde yer alan kişilerin de kullandıkları
dile dikkat etmeleri. Çünkü kadınların, erkek egemen bir toplumda yaşamasının
zorluklarını erkek bilemez. Şiirime, şiirimdeki kadın duyarlılığına dönecek
olursak, bir kadın olarak sanırım ilk başlarda ve ağırlıkla ‘Ağır Tören’ adlı kitabımda kadını,
kadının toplum içerisindeki yerini ve evlilik kurumunu irdelediğimi
söyleyebilirim. ‘Yol İnsanları’ adlı
kitabım içinde bu kısmen geçerliydi. Lakin şimdilerde gittikçe ağırlaşan
koşullara bakarak dün olduğu gibi şimdi de kadın olmanın ne kadar zor olduğunu
gözlemliyorum. Evin efendisi değil de, eşit koşullarda hayatın her alanının iki
cins tarafından paylaşıldığı bir dünya sanırım özlemimiz.
4.
Ev,
sizin için yüzleşmemiz gereken bir gerçekmiş gibi geliyor bana. Bazen
korkularımızı saklamayı seviyoruz ya da onlarla yaşamaya alışıyoruz. Bu alışmak
duygusunun kırılgan noktaları var. Belki de bizi biz yapan bu kırılganlık, bu
evsizlik diyebilir miyiz?
Ayrıca
ev figürüne farklı bir açıdan bakan Sami Baydar’dan söz alarak sorayım: “Evin
içi tuzaklarla doludur” inanıyor musunuz?
-
Evet, ev bir anlamda kendimizle kaldığımız, kendimizle yüzleştiğimiz bir
yer. Dört duvarla çevrili hayatımız, burada başka bir anlam buluyor. Yaşam
alanı olarak seçtiğimiz bu mekânda, başka bir dünya kurguluyor, acı çekiyor,
mutlu oluyor kimi kez yeni bir dünyanın kapılarını kendimize aralıyoruz. Buna
belki dış dünyanın tehlikelerle dolu oluşu neden oluyor. Dış dünya deyince de,
insanın etkin olduğu bir dış dünyadan söz ediyorum. Çünkü devletleri kuran,
savaşları çıkaran, sınırları belirleyenler onlar. Buna başka şeyler de
eklenebilir ama bir de evin içi var kurguladığımız, mutlu olduğumuz, kendimize
yenik düştüğümüz. Belki de evsizlik, yurtsuzluk isteği bundan, bir kurtuluş
çaresi. Bu anlamda baktığımızda Sami Baydar’ın “Evin içi tuzaklarla doludur”
sözlerine evet, katılıyorum.
5.
Bilimsel
araştırmalar için popüler kültür üzerine çalışmalar yapan edebiyatçılar popüler
kültürü bir araç olarak kullanıyor ancak bizim ülkemizde daha çok araçtan
ziyade amaç ön planda, popüler kültürün bu piyasacı tutumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
- Popüler kültür,
günümüzde dünyayı ve elbette yaşadığımız coğrafyayı da egemenliğine almış
durumda. Önce kitap ve gazete sonra sinema, derken televizyon ve nihayet
bilgisayar… Nerdeyse yemekten, giyime, çalışma hayatından eğlenceye davranışlarımızı
popüler kültür belirliyor. Geniş halk kitleleri tarafından da benimsenince
doğal olarak seviye düşüyor. Burada da, pazarın kuralları, pazarlama
stratejileri işin içine giriyor. Sonuçta olay küreselleşmenin dayattığı popüler
kültür ve yozlaşmasının akıllara ziyan görüntüsü. Aynı durum edebiyat için de
söz konusu. Her şey piyasa ekonomisi içinde ticarileşti. Kimi kez yayınevleri
de piyasanın istekleri doğrultusunda hareket ediyor. Sektörde bir yazar ne
kadar satarsa o kadar değerli oluyor. Bu anlamda bakıldığında geniş okur
kitlesine ulaşmak ayrı, taviz vermek ayrı. Ortalıkta çok satan kitaplar
geziniyor. Fakat bunlar gerçekten edebi değer taşıyorlar mı? Örneğin Octavio
Paz, bir denemesinde “ Çok satan kitaplar
edebi eser değil, ticari metalardır”
der. Ve aynı denemesinde, “ Edebiyatın
mantığıyla piyasanın mantığı asla
örtüşmez” diye sözlerine devam eder. Çünkü iyi okur seçici, neyi
okuyacağını biliyor. Bu duruma gelmemizde suçlu mu arıyoruz? Suçlu çok.
6.
Şairin
görünürlük arzusu… Sosyal medyada yaşanan içi boş tartışmalar ve bu
tartışmalardan medet ummaya çalışan gruplar, sizin açınızdan bu gibi durumlar
edebiyatın neresinde duruyor? Ahlakçı bir yaklaşımda bulunmak istemiyorum
aslında, ama son dönemlerde edebiyatın ‘edep’ kısmı unutulmaya mı başlandı?
- Doğal olarak iyi edebiyat kuşatma
altında. Buna sosyal medyada yaşanan içi boş tartışmalar, popüler olma kaygısı
çanak tutuyor. Kimi kez edebiyatın içinde olan yazarlar bile farkında olmadan
yanlış yapmaya sevk edilebiliyorlar. Oysa ki iyi edebiyatçının böyle kaygıları
olmamalı. Görünürlük gibi. Fotoğraf çektiriyor, bazen televizyon kanallarında
boy gösteriyor. Örneğin Bilge Karasu’nun yaşadığı dönem içerisinde böyle bir
kaygı taşıdığını sanmıyorum. Sezai Karakoç’un bir fotoğrafı dışında başka fotoğrafına
rastlamadım. Hiç fotoğraf vermez. Fakat günümüzde, güzellik, yakışıklılık
yazınsal niteliğin önüne geçebiliyor. Bu arada Selim İleri kendisi ile yapılan
bir söyleşide, “ Edebiyatın kendi içinden
de çok baltalandığını düşünüyorum. Ömrü boyunca belli şeylere karşı çıkmış bir
yazarı, günün birinde pop şarkıcısı gibi duvarda görmek çok irkiltti beni. – bu
niye olmasın- diyor herkes. Behçet Necatigil yaşasaydı ve böyle bir şeyi
yayınevi ondan habersiz yapsaydı, kim bilir nasıl yıkılırdı. Bizim nesil başka
bir gönül eğitiminden, edebiyat eğitiminden geliyor. Bugün olup bitenleri çok
da anlayabileceğimizi sanmıyorum. Tabii ki bir yazarla röportaj yapılacaktır,
yapılması da gerekir. Ama bu röportajı – nasıl magazinleştireceğiz- -bunu nasıl
paketlemeli – diye evde oturup düşünüyorlar- Metal Fırtına vızıltı kalıyor,
insanın kendisine böyle büyük ihanetinden sonra.” dediğine tanık oluyoruz. Sanırım
yaşadığımız süreçte her şey gibi edebiyatta kirlendi ve edebiyatın ‘edep’ kısmı
unutuldu.
7.
Ne
yazık ki ülkemizde edebiyatın maddi bir gelir getirmediği su götürmez bir
gerçek. Bu yüzden çoğunlukla şairler ek iş olarak öğretmenlik mesleğini
seçiyorlar. Siz de bir şair-öğretmen olarak aynı durumu yaşıyorsunuz. Öğretmenliğin
edebiyata bir yakınlığı var mı?(Sanki ikisi de aynı kulvarmış gibi gösterildiği
için böyle bir ayrıma gittim) Yaratım sürecinizi etkileyen bir etkileşim
alanına sahip olabiliyor musunuz?
- Aslına bakarsanız ek iş olarak
öğretmenlik mesleğini seçmiş değilim. Koşullar böyle gerektirdi. Arkeoloji ilgi
alanlarımdan biriydi tarih gibi. Sosyoloji, felsefe, psikoloji de. Üniversite
sınavına girdiğimde tarih bölümü beşinci tercihim olduğundan bu bölüme kaydımı
yaptırdım. Fakat ders kitaplarındaki tarihi hiç sevmedim. Yazmayı ise nerdeyse
çocukluğumdan beri istiyordum. Kitapsa okumayı söktüğümden beri vazgeçilmezim
olmuştu. Öğretmenliğimin ise beni beslediğini söyleyebilirim. Genç bakış açısı,
farklı yüzler, okul içindeki hareketlilik ve sistemin zorladığı eğitim sistemi
beni tetikliyor. Bu arada tabii bir taraftan çalışma hayatı, bir taraftan
yazıyor olmak zor ama bir o kadar da güzel. Bu arada yeri gelmişken, Behçet
Necatigil, Cahit Külebi, Hilmi Yavuz gibi pek şairin de öğretmen olduğunu
biliyoruz.
8.
Diğer
sanat türleriyle birbirlerini besleyen bir alan: şiir… En çok da sinemadan,
sinemanın içindeki görsel imgelerden, bakış açısından, ses uyumundan
etkilenerek kendi iç dünyamızı genişletmeye, yeni anlamlar bulmaya çalışıyoruz.
Sizin sinemaya ayrı bir ilginiz olduğunu düşünerek ekledim bu soruyu: sizdeki
sinemanın uç noktaları neler? Şiirsel sinema oluştu mu Türkiye’de?
- Aslına
bakarsanız her ikisinin de birbirini beslediğini söyleyebiliriz. Şiir dilinin
yoğun ve eksiltmeli yapısı, az sözcükle çok şey söylüyor olması sinemanın
sevdiği bir özellik. Sinema ise farklı bir dünyanın kapılarını aralıyor
izleyene. Kendimize, dış dünyaya farklı açılardan bakmamızı sağlarken bir
taraftan da izleyene gizliden gizliye şiddet uyguluyor. Örneğin sevdiğim
yönetmenlerden Tarkovsy kendisi ile yapılan bir söyleşide, “ Sanatın
anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım.” der. Sanatın amacını, yöntemini
ortaya koyar. Bresson’a göre ise büyük sanat eserlerinin hepsi birer şiirdir
zaten; ister sinema, ister müzik, ister resim… O daha çok şiir gibi bir
anlatımdan yana olmuştur. Filmlerinin en önemli özelliği de sadeliğidir. Enver
Gülşen’in demesiyle, eksilterek çoğalan
ve çoğaltan bir yönetmendir o.
Kadrajına aldığı doğa ve insanı fazlalıklarından arındırıp kendine giden
dünyanın kapılarını aralar. Bu anlamda bakıldığında, Türkiye’de başta Nuri
Bilge Ceylan olmak üzere birçok yönetmene de örnek olmuştur. Fakat yine de batı
sinemasında Raj Kapoor, Ingmar Bergman, Giuseppe Tarnatore gibi önemli
yönetmenler filmlerinde yaygın olarak şiir kullanımına yer verseler de bizde böyle
bir duruma pek rastlanmaz. İlk anda, Ümit İnal’ın ‘Teyzem’i, Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir
Zamanlar Anadolu’ ve ‘Kış Uykusu’, Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’, Yılmaz Erdoğan’ın ‘Kelebeğin Rüyası’ gibi filmler aklıma gelse de örneklerin az olması
şaşırtıcı.
9.
Sanal
ortamda yaygın bir furya haline gelen “Şiir sokakta” eylemi bir süre sonra
amacından saptırılıp başka yönlere çevrildi. Şairine ait olmayan dizeler
dolaştı ortada. İyinin kötüye nasıl dönüştürülebileceğini bir kez daha
yaşayarak gördük. Şiir sokakta mıydı gerçekten yoksa sokağa mı düştü?
- Aslına bakarsanız deformasyon yaşamın
her alanında. Her şeyin ışık hızıyla kirlendiği, kirletildiği dünyada bundan edebiyat
da nasibini alıyor. Bu arada internet sayesinde uzaklar yakın edilmiş durumda.
Kısa zamanda insanlar ulaşmak istedikleri bilgilere ulaşabiliyorlar. Yazmaksa
bir eylem, insanın kendisini ifade etme biçimi olarak devam ediyor. Bloglar,
hesaplar açılıyor. Bu iyi bir şey tabii fakat şairine ait olmayan dizelerin
ortalıkta dolaşması bir o kadar da iç acıtıcı. İnsan bulaştığı kirden arındıkça
şiir de arınacaktır. Tüm bunlara karşın, hayatın, siyasetin kirlettiği
dünyamızda yine de en temiz kalandır şiir. Zaten özlemimiz de savaşsız,
sömürüsüz herkesin kendini özgürce ifade ettiği bir dünya değil mi?
Az
önceki sorunun bir bakıma devamı olarak; şairin sokaktaki varlığını da
sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Yaşanan toplumsal olaylarda şairin yeteri
kadar duyarlı olabildiğini en azından yangına biraz olsun su taşıdığını
söyleyebilir miyiz? Çünkü bazı tanımlamaların da içi boşaltıldı. Herkes bir
şeyleri sahipleneyim derken toplum ayrışma noktasına geldi. Gezi ayaklanmasıyla
büyük bir atılım gerçekleştirilip yeniden alanların nabzını tuttuk. Bu da
kötünün nasıl iyiye çevrilebileceğinin bir örneğiydi. Ölümler yıkımlar savaşlar
devam ederken umut etmek sizce kolay mı?
- Uzunca bir zamandır nerdeyse yaşanan
olayların hızına yetişemiyorum. Biri biterken bir diğeri başlıyor ve gündem
hızla değişiyor. Elbette şair yaşadığı coğrafyadan ayrı düşünülemez. Dökülen
kanın henüz hesabı verilmemişken şairin kendisini bundan ayrı tutması, onun acı
çekmediğini düşünmek, ona yapılmış haksızlık olur. Evet, günümüzde yaşanan
olaylar denilince benim de ilk aklıma ilk gezi olayları geliyor. Sakat kalan, ölen
pek çok insan. Travmatik bir durum bu. Gezinin yarattığı bu durum henüz
atlatılmamışken başka katliamlar, dilediği gibi yaşayamamanın önünde gayriinsanî
engeller… Yoksulluk, işçi ölümleri, kadın cinayetleri, eğitim ve sağlıkta
yaşanan sıkıntılar… İçimizde derin yaralar açıldı. Pek şair yazar da – Klavye
başı eylemcilerini dışarıda tutarak- evet, sokaktaydı. Şiir sokaktaydı. Şair
meydanlara çıkmıştı. Umutsuz değilim. Umutsuz olmak hayattan umut kesmek
demektir. İnsanlığın güzel günler yaşayacağına dair inancımı diri tutmak istiyorum.
Bu coğrafyada yaşayan insanlar bir gün barışın, özgürlüğün şiirini yazacaklar.
Ve yeni bir dünya algısı ile biçimlenen dünyada demokrasi ve şiir yeniden
yeşerecek.
11.
Bu
güzel söyleşi için çok teşekkürler. Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler
var mı?
- Ben teşekkür
ederim. Kaleminiz daim olsun.
küçük İskender ile söyleşi
"Şiir, kim bilir, bize tanınan son fırsattır."
1.