DOLUNAY AKER HAKKINDA


27 Mart 2022 Pazar

Roland Barthes'ın Dostluğu Hepimizin Dostluğu


Yeryüzüne iki kök olarak düşmüş bu iki ismin (Barthes ve Sollers’in) etrafında bazı konuları konuşmak aydınlatıcı olacaktır. Mektup ve iki ‘dostluk anlatısı’. Sollers’in Barthes hakkında yazdığı iki kapsamlı yazıyı tam da kitabın adıyla birleştiriyorum. Roland Barthes’ın dostluğu, hepimizin dostluğu. Entelektüel paylaşımın, kafa denkliğinin (Kristeva’yla uyum) oluşturduğu dil, kaygısız dostluğun dilidir. Sollers’in çok önceden payını aldığı övgüye bir karşılık belki de bu anlatılar dizisi. Barthes’ın koruyuculuğu altında geçen şen günler. Fransız entelektüel tüfeklerinin Sollers ve Kristeva’ya patladığı anlarda bir aşık gibi Barthes nöbette bekliyor. “Birinin beklemesi gerek” Mektubun türler arasında o sıcak duyumsaması yazının gerçekliğini, harflerin etkileşimini diğer yazı alanlarına göre daha fazla yaşamsal kılıyor. Barthes’ın aceleci bir tavırla çok değer verdiği dostuna yazdığı mektuplar bir zaman kaybının da işareti. Gezinti halinde kayıp dilin kendisini huzurlu hissedeceği yere ait olma telaşı. Barthes için bu aitlik durumu, yeri, sığınağı Sollers’ti. Yazıya ve dile aşık bir adamın durmadan kurcaladığı mekân onda ayrıca bir sınırlılık durumunu da yaratıyor. Kuşkusuz Barthes bundan şikayetçi değil. Olsa olsa yorgun. Annesinin ölümsüz imgesi, yalnızlığının rüyasıyla eşdeğer. Barthes, Sollers’i tanımlarken, onu bir yazar olarak ele alırken (Yazar Sollers) kendi kafasında Sollers’e dair adlandırmalarını nasıl şekillendiriyordu acaba? Sollers’e kulak vermemiz yeterlidir: 

“Aşka benzer, çok şaşırtıcı bir ahbaplık içinde biz nasıl dost olduk? Ender görülür bir durum bu. Ben kolay kolay hayran olan biri değilimdir, ama Barthes’a hayrandım. O da bana hayrandı. Peki ne oluyor? Durumu kabul ediyorsunuz ve ötekinde, boyunca ilerleyebileceğiniz, kimi kez etkileyebileceğiniz, olsa olsa saptıracağınız son derece belirli bir iç gelişme hissediyorsunuz. Bu bir benzersizlik ile bir başka benzersizlik arasında hemen yapılan –ya da hemen yapılmayan!- sözleşmedir. Nesnel nedenler konusunda bir kez daha küsüşebilirdik. Sözgelimi Çin konusunda, ya da ben cambazlıklar yaptığımda. Aslında kendisi yaptığım her şeyi bağışlardı: Dostluk da budur işte.” 

Birbirini iyi tanıyan iki dostun, (bence iyi tanımak da yetersizdir.) tutkulu, iteleyici, gelişim gösteren kaynaşması etkileşimi odak noktası yapıyor. Öznenin kendisini yitirmek pahasına bağlılığını vurguladığı her bir an iktidarların yıkıldığı, verimin döndüğü, yaratımın güçlendiği sağlam bir trapezdir. Ötekini rahat bırakmayan bu diyalog histerik tepkilerle amansız bir savaşa kapılarını açtı: Sollers ve Barthes o kapının iki ucunu ölülerle konuşarak tamamladılar. 

İkilinin entelektüel sohbetlerinin çerçevesi de çıkıyor ortaya böylece. Sollers’in yazılarını okurken zamanın kullanımını düşündüm. Azalmaya gitmek, boşluk, Barthes’ın ciddiyeti. En önemlisi yoğunlaşma. Barthes zamanı ikiye ayırır: 

“Yazıda esasen iki zaman vardır: Birinci zaman, gezintinin zamanıdır, neredeyse dolaşının zamanıdır; bu dönemde hatıralar, duyumlar, hadiseler, arasında dolaşılır, bunlar serpilip gelişmeye bırakılır. Sonra ikinci bir zaman gelir, üzerinde yazdığımız masanın zamanı…”

‘Masanın zamanı’, toplanmanın da zamanıdır, toparlanmanın, Sollers ve Barthes bu toparlanma işlemini ortak gerçekleştiriyorlardı, soru sormanın ve ötekini hatırlamanın, uyandırmanın diyalektiği vardı onlarda. Masa ikiye ayrılıyordu ama her biri ötekinin masasına dökümanlar yerleştiriyordu. Mektuplar, Sollers’in yazıları, Barthes’ın Sollers hakkında yaptığı çalışmalar bunun kanıtıdır. 

Sollers, Barthes’ı anlatırken aslında çağdaşlarından nasıl ayrıldığını da anlatıyordu. Bilgiçlik taslayan entelektüelin karşısına bilgisiyle dikilen Barthes. Yetinmeyen, devamlı sınırlarını aşan, dikkatli, ekonomik, (Barthes’ın en sevdiğim özelliği) karşı-öznenin saptırıcılığıyla meşgul, yaşadığı evin sorgusunu bütün kısıtlamalara rağmen sürdüren bir süreklilik. İmgenin, mitin, yapının tezgâhta arşınlanan yolculuğu. Kavganın nerede olduğunu bilmek istiyoruz. Barthes bu konuda iyi bir kılavuz. Sahte düşmana karşı gerçek savunu. Barthes’ın olduğu kadar Sollers’in de payı var bu büyümede. Gerçek dostluğun gerçek şarkısı. Tınılar mitlerden önce birleşir.

Dolunay Aker    

Caz Kedisi, sayı: 22, 2020 

     

13 Mart 2022 Pazar

Evreni Tedirgin Eden Bir Şair: T. S. Eliot

Modernist şiirin temel köprülerinden T.S. Eliot’ın bütün şiirleri Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Samet Köse’nin titiz çevirisi hemen fark ediliyor. Çeviride kulağı tırmalayan şiirdeki sesi, anlamı ve imgeyi duymamızı engelleyen o çarpık anlatım bu çevirinin dünyasından çok uzak. Eliot, modernist şiirin önemli yapıtaşlarından… Yeats, Pound ve Eliot üçgeninin tamamlayıcısı. Pound’un özellikle altını çizmekten geri kalmadığı şair… Gelenek mefhumunu sıkı sıkıya aktaran, geleneğin özünde barındırdığı yeniliği göstermeye çalışan, modernist atılımların tamamında görüldüğü gibi geleneği sadece eklemlenme olarak algılamayan bir şiir. İkinci Yeni’nin özellikle düşünce ayağını sağlamlaştıran alt yapı Eliot’ın düzeneğinden vücut buluyor. 

Dilin kökeni neresi olursa olsun eğer uzak akrabalarıyla da konuşuyorsa ve inşa edilen yapı şiire aitse gerçekliğin tozlarından arınmış yaratımı bizi usta bir şiirin damarlarına götürecektir. Gerçeklik, kalıtsal kökenlerini bırakmamak için elinden gelen her şeyi yapar. Sanatın gerçeği gerçek ellere bırakmasının macerası da burada başlıyor. Gerçeğe bir kök biçmek ve o kökün doğasını bozmadan yaşamasını sağlamak, Eliot’un şiirleri kökten; değer, özveri ve bilinç yaratmıştır. 

Gözlemlerini zaman ve mekânla örtüştüren şair yaşadığı sorunları bir ölçek üzerinden tahlil edip kararsızlığını geri plana alarak atmosferi aktif bir lokomotif gibi canlandırıyor. Eliot’ın sokaklar, insanlar ve ince ayrıntılarla donattığı şiirler, şehirle kurduğu temas, ben’in imgesini kullanmadaki ustalığı, şiirin içine gizlenen doğal sahneyle ilintili. Doğal sahne, şairin dünyayla kurduğu ilişkidir. Eliot’ın şiirlerini okurken siz de o sahnenin bir unsuru olabilirsiniz. Siz de bir cevap arama yerine sunulan an’ı değerlendirmeyi düşünebilirsiniz. 

Eliot’ın şiirlerinin başköşede tuttuğu vazgeçilmez tema: zaman. Neredeyse modernist şiire aynı cepheden bakan birçok şairin içinden çıkamadığı fakat içinde olmaktan da mutlu olduğu bir temadır zaman. Kuşatıcı dünyanın dirseklerine inanmamanın çeşitli versiyonlarından biri. Eliot, zaman hakkındaki düşüncelerini şiirlerin de sorularla harmanlayarak oluşturuyor. Yine zamanı gözlemlerken öncesine yerleştirdiği atmosfer muazzam bir karşılama aracı. 


“Ve gerçekten zamanı var 

  Pencere camlarına sırtını sürterek

  Sokak boyunca kayıp giden o sarı dumanın;

  Zamanı var, zamanı var

  Karşılaştığın yüzleri karşılayacak bir yüzü hazırlamanın;

  Zamanı var cana kıymanın ve yaratmanın,

  Ve zamanı var tüm işleri ve günlerinin 

  Alıp tabağına bir soru bırakan ellerin;

  Zamanın var senin ve zamanım var benim, 

  Ve daha da zamanı var yüzlerce kararsızlığın,

  Ve yüzlerce öngörü ve düzeltmelerin,

  Daha tadına bakmadan tost ile çayın.”

                                             

Zamanı onun gerçekliğiyle onun yansıttıklarıyla onda gördüklerinle ona söylediklerini kendinde tarttığın sonuçlarla dengeleme. Eliot’un dengeyle atmosferi yan yana kullanması kayıpları azaltıyor. Bu şiirin kaybına dair bir önlemdir. Modernist şiirde çatıyı oluştururken şiirin malzemesine katılan içerikler geçiş aşamalarını yaşadığı normun toprağına göre işlemelidir. 

Şiir, içeriksiz ve düşüncesiz bir nesne değildir. İçeriği soyutlarken özün unutulması ortaya kökenini göremediğimiz bir madde bırakır. Yapay ve cılız…  Tekniğin bariz hunharca şiiri işgal ettiğini görmek kendisi ne kadar ustaca yerleştirilmiş olsa da şiirin hummalı dünyasını harekete geçiremez. Eliot’un bir başka şiirinden bir bölüm söylemek istediklerimi daha da netleştirecektir. 

“Ve ben değişen her kalıba girebilmeliyim

  Anlatım gücü bulmak için… dans etmeli, dans

  Dans eden bir ayı gibi

  Papağan gibi ağlamalı, maymun gibi çene çalmalıyım.

  Biraz hava alalım, bir sigara esrikliğiyle –“ 


Saf düşünce, yoğunlaştırılmış bir dille birleşip anlam arayışını imgenin kendi dozajında kullanırsa dili ya da dil karışıklığını ön plana almaya gerek duyulmaz. Eliot’ın şiirleri, salt şiir olmakla kalmayıp öğretici bir dil dersine de benziyor. Bunca çoraklığın arasında T. S. Eliot okumak güzel bir ülkeye varmaktır. 

Dolunay Aker

Caz Kedisi, sayı 21, 2020 

10 Ocak 2022 Pazartesi

Türkiye Şiirine Turist Gibi Bakmak

Mitleri seviyoruz. Kendimizi emniyete almayı ve uçuşun rahatlığı daha binmeden kafamızı kurcalıyor. Yazılmayandan korkmak, yazılanı hiçbir yenilik gözetmeden okumak ya da yazılanda kalıp ötesini görmemek, adına ne derseniz deyin Türkiye şiiri vitrinde okunamaz. Okurun bu konuda pek bir karışıklık gözettiğini sanmıyorum. O Babil kulesinden çok uzakta. Dili yaşamından algılıyor, onun da klişeleri var elbette, ama bu klişeler yeniden üretim değil, simülasyon hiç değil. Reel kaygıların yıpratıcı çizgileri yaşamını istese de istemese de oraya çekiyor ve ben bu klişeyi anlayabiliyorum hatta sahipleniyorum. John Ashbery’nin şu tanımı tam da buna mukabil: “Yıllardan beri kullanılmaktan iyice aşınmış klişe sözler bana çekici geliyor, insanlar kendileri için önemli bir şey söylemek istediklerinde ama sonuç olarak ağızlarından banal sözler döküldüğünde, bu konuşma birçok insana hayatının önemli anlarında hizmet etmiş olduğu için benim için neredeyse kutsal bir durum oluşturuyor.”

Olağanı şiirin kalbine bir bomba gibi koymak şairin elinde. Şeridin diğer tarafına geçip aslında ölmeyeceğini anlasa gayet de başarılı bir anlatımla parantezi kapatacak. Belki de burada sorulması gereken soru normalliğin nerede olduğuyla alakalı. Sanatın sergilenmesi, sanatçının satıcı konumuna düşmesi, okurun müşteri profiline bürünmesi sektörün çıkarlarını arttırıyor. Bir an da imgelerinin, estetik düzeyinin, sanatçı dokunulmazlığının elinden alınmasını kimse istemez. Düzenin, düzenli ilişkilerin üreticisi olmak günceli tık nefes yaşatıyor, şimdiyi kovalarken şimdide ölmemek üzerine çalışırken başarılı görüntüler sunmak pek tabi kolay iş değil ne ki kabuğun çatlayacağına emin olabilirsiniz. Çürümenin kökten başladığını ben annemden öğrendim ve o Türkiye şiirini şiire dair hiçbir bilgisi olmasa da şairlerden daha iyi anlıyor.  

Turizm de alışveriş önemlidir. Ne sattığın değil ne kadar aldığın önemli. Tüketimin nihai hedefi alıcıyı düşünmeden seçmeye yöneltmek. Sen burada doğdun o vakit artık damarlarında bizim alışkanlıklarımız dolaşabilir. Sorgulama, öncesini iyi gözet, bizden çok da farklılaşma, tam bizim gibi de görünme fakat seni okuyan bizden olduğunu anlasın. Formül basit, Türkiye şiirinin alışkanlıklarını bırakmadığın sürece bütünün görüntüsüne aitsindir. Orada görünsen de görünmesen de. Geçici olduğunu düşündükleri o naif görüntü memleketi bir süreliğine gezecektir. Anlatacakları onu kurtarsın yeter. 

Coğrafyanın da payını unutmamak gerek. Müzmin hayatımızı sıkıntıya sokmanın anlamı yok. Şiirin politik bir şey olduğunu sakın ha kimseye söyleme.   

Kokuşmuş, pratikte geçerliliği olmayan, pratiği görmeyen, görse de anlamayan, deneyimden uzak, şiiri şiir de bırakan bu anlayışın sevdiği bir başka özellikte rehberlik hizmetidir. Estetiği şiire iyi niyet pazarı olarak sunan bu kafanın içene yıkıcı fikirler yerleştirmek bugün bence en önemli estetik tavırdır. Devrimci sanatın nüveleri de buradan doğmuştur. Moderni polisin emanetin de olmakla suçlayan Aragon’u unutmayalım. “Mutlaka Modern olunmalı” diyen Rimbaud’yu da.  

Bugün, buradayız ve görmüyoruz. Bugün edebiyatçılar okunmamaktan yakınıp kitap fuarlarında kalabalık görünmek için fotoğraf çektiriyor. Bugün şiirler yazılıyor metnin dediğiyle şairin anlatmak istediği arasında uçurum mevcut. Bugün şairin sokakta olduğunu kim söyleyebilir? Okurunu haysiyetsiz bırakıp onunla doğru iletişim kurmak yerine ona belli bir mesafeyle yaklaşan şairin Türkiye’de şiire değer verilmemesini açıklaması çok ironik bir durum değil midir?  

Öyledir. Ve sakin karşılanmamalıdır. Dışarıda olup bitenle dışarıda ilgilenen evine gidince bütün bunları unutan bir edebiyatın gerçeklikle teması ben de sadece fırsatçılığı çağrıştırıyor. 

Güzel ve mutlu zamanlar geçirme fırsatçılığı. Hayır Türkiye şiirin de eleştiri eksik mi demeyeceğim, öfke, vurdumduymazlık,  ben bilirimcilik, estetik alınlık, ‘sanat sevicileri’nin müzelik gönderilerine bir cevap eksik. Türkiye şiirinin huzursuz karşılaşmalara ihtiyacı var, naif muhabbetlerin uzağında birbirini yıkıp yeniden yaratan paylaşımlara. Latin Amerikalılar cenazelerde ağlamazlarmış küçük bebeğin kalbi üşümesin diye. “İyi komşuluk” vakti geçti artık. İyi ki. 

Natama, sayı 21, 2019





Mürekkebin Sessiz Kuruduğu Anlara Kısa Bir Cevap

Önüne bir yol haritası süreceksin: ölçeği, rotası ne olacak? Hangi kitaplar arasından geçecek düşüncelerin, bir yanında Hermann Hesse diğer yanında her şeyiyle vatansız bir yazar, yazısının içine gömülmüş bir yazar: Thomas Bernhard. Ansızın, hiç farkında olmadan, kalem sıcak değilse, yazıdan, yazının içinde düşünmekten kopuyor insan. Gizine varamıyorum bu düşsel sapmanın. Ama insan başka bir yöne, başka bir rüzgâra sapınca kendisini buluyor.

Üç, beş, on yıl değil uzun yıllar susanların içinde biriken yazma enerjisi nasıl ortaya çıkartılır? İlhan Berk, Mustafa Irgat ve İzzet Yasar için “uzun zaman yazmadan yaşayabiliyorlardı.” diyor, “bütün has şairler gibi” Ama yine de bir eşiğin ortasına gelerek onlar da yazdılar yazgılarını. Konuşmayı seven bir toplum olduğumuz kadar yazıyla yaşamaya da uzağız. Bir kitabın içinden dünyayı görmek arzusu çok az kişide mevcut.
Fakat yakından tanıdığım, içini ve içlendiklerini bildiğim insanların yazmaması okuryazar kesiminin büyük bir sorunu. Kürenin bir ucunda yığınla kitap birikirken, yazılmayan kitapların vebali hepimizindir. Anlatılmayan anıların eksikliği yarım bir bellek oluşturuyor okur zihninde. Yazmamayı seçmek bir tercihtir! Yazamıyorum bir tercih olamaz. Yazamıyorum’u yazmak bile bir yazma biçimidir.
Nice yazarın derdini kendinden, kendi yaşantısından, kaygılarından, soluk almalarından çıkardığını biliyoruz. Kendini deşmek de diyebiliriz buna. Tanpınar’ın, Necatigil’in, Ahmet Oktay’ın, Turgut Uyar’ın, Ferit Edgü’nün ya da yazıyla iç içe olan herkesin yaptığı bu değil mi? Farklı biçimler, biçemler, anlatım şekilleri, görseller bir derdi görünür kılmak için yol olmuyor mu bize. Anlatmaktan kaçamaz insan. Anlaşılmak başka bir şey. Anlamak soylu bir durum ve hepsinin buluştuğu nokta: ortak kullanım alanına açılmaktan geçiyor.  
Bu aklımızdan geçen her şeyi yazmalıyız/yazacağımız anlamına gelmiyor, yazmak uğraşının kendine özgü bir tartısı ve tartıdan sonra oluşan artıkları temizleyecek bir süzgeci vardır. Bu süzgeçtir aslında edebiyatı ayakta tutan. Kimi bu süzgece okurun söylediği der, kimi zamanın ortaya koyduğu ağırlık. Yazmanın en ağır koşuludur, zamana direnmek. Çünkü yazmak başkalarının yazdıklarıyla düşünerek yazmaktır. Bizden önce yazılanları okumadan, ölçmeden, süzmeden bir yere varamayız. Bachmann, her an yazmayı gerçekleştirebileceğini düşündüğünde yazmayı bırakmıştır. Yazmanın bedelini ödemeden yazmak ona göre değildi.  Cahit Zarifoğlu, Mavera dergisine şiir gönderen genç şairlerden birine şöyle diyordu:
“Bize gelen hemen her çalışmaya kıyasla, sizinkilerde bir rahatlık var. Hiç acı çekmeden yazmışsınız gibi. Kelimeler sizin, duygular sizin, yazı malzemeleri de olunca oturup bol bol yazmışsınız. Bu rahatlığınızı adeta kıskandım.” Zarifoğlu’nun yakındığı bu durum yazıya gösterilen hürmetin güzel bir örneğidir. Bir o kadar da uyarıcıdır. İlla bedel mi ödemek gerekiyor, tabi ki hayır. Sadece yapılan işe emek harcamak kişinin kendisine olan güvenini de arttırıp onun başka projelere yoğunlaşmasını sağlıyor.

Öznel okumalarda kişi belli bir çıta koyar önüne. Okuduğu her metne oradan bakıp yorum yapar. Bir bakıma doğrudur ama eksiktir. Böylesi bir yaklaşımın okuyucuyu kısır bir döngüye sürükleyeceğini düşünüyorum. Bu tarz durumlarda çoğul okuma sıklıkla uygulanmalıdır. Eş güdümlü okunmalıdır bir şiir kitabıyla, roman. İkisinin sizi götüreceği yer önemlidir çünkü. Okunan kitapta düşünce, yazılan yazıda hiza unutulmamalı. Genel geçer okurun geleneksel tepkisine aldırış etmeden yazmalı ve okumalıyız. Hiza olayı bir eril sonucu gibi algılanmamalı. Dostoyevski’nin kılıç salladığı bir ortamda mihversiz dolaşmak bana akıl kârı görünmüyor.     

Amanos Edebiyat



İnsana Durmuş "Tekinsiz Bir Barınak": Mehmet Taner Şiiri Üzerine Değiniler

Kendi özünden ve kaynaklarından, kendi vadilerinden, ırmaklarından akan bir şiir Mehmet Taner’in ki… Tarihsel duraklarını bırakmadan şiirin ininde geçirilen dağa, taşa övgüyle yazılan bir şiir. Bir forma dönüşmeden şiirin iç hatlarıyla söyleşip, arklardan geçerek biriken, biriktikçe debisini daha da güçlendiren, okuyucunun zihnine ve kalbine huzursuzluk yayan, bir o kadar da ondan yana, onunla bir olduğunu belli eden bir sanrı toplamını yazıyor Mehmet Taner.

Bu sanrı toplamının ilk merhalesi Sunak, dönemin yazılan şiirlerinden farklı bir yerde duruyor. Toplumsal olayları göz ardı etmeyen, bunun yanı sıra bireyin iç sıkıntısını varoluşsal bir endişeye dönüştüren, okuyanı da bu sorunsala davet eden Taner, dokunulmazlığını insan üzerinden örüyor. İnsan olmanın gücüyle ayağa kalkan fakat insandan gördüğü ihaneti de unutmayan bir bellek. Mehmet Taner’in şiiri insanın insan olmayı bıraktığı anlardan besleniyor. Bir orman sessizliği içinde yürürken hissettiğimiz serinlik ve ürpertinin sertliğini arttırarak insanı, insan olma halleriyle sorgulayan Taner, çözümü yine insanda buluyor ancak çözüm bugünün şartlarına ait değil. Bugünün insanından, bugünün koşullarından uzakta bir yerlerde, “bir tekinsiz barınak” olmanın erincini yaşayarak soluk alıyor.
Geçmiş günlere, geçmiş ve güzel olan günlere duyulan özlem, insanın hakikat cephesinden uzaklaşmadığı günlere duyulan özlem. Taner’in hem huzura vardığı, hem de ansızın o huzurdan kopup acıya döndüğü yer burası. “Acının ve mutluluğun/Uyumuyum ben”
Sunak ile başlayan bu iç sanrı şairin ikinci kitabı Bir Denizin Çekildiği Bütün Kıyılar’da çizgilerini daha da netleştiriyor. Taner, ilk kitabında “başaramamaktan” bahsederken, ikinci kitabıyla “başardıklarına” vurgu yapıyor. Fakat burada bir ek açıklama yapmak zorundayım. Başaran ya da başaramayan belli bir iktidar çevresi değil. Öznenin kendi yolunu kaybedişinden, kendi yolunda sendelemesinden ve artık dönecek yolunun kalmayışından dem vuruyor Taner. “biz ki hiç anlamadık kamışı suda,/karanlıktan konuşacağız”
Bu durumda kaybeden bireyin iç dünyasıdır. Bireyin hayalleri, inançları, eylemleri, tavrı… Bir ara kesitten sesleniyor Mehmet Taner, uzağa gidemeyenin yakına varamayanın ara kesitinden. Bazen sadece içerde kalan o yalın söz kıvrandırıyor bir yere gidememe düşüncesini. Bir yerden başka bir yere varamayan özne, aynı yerde kalmanın yıkımına varıyor. Taner’de gelişen bu yıkım düşüncesi, insandan gelen, insana karşı oluşturulan bir yıkım düşüncesidir. İnsanı ötelemeyen ancak mesafesinden de vazgeçmeyen bir yıkım.

Bir şairi yıkımın eşiğine getiren nedir? Bu sorunun ağırlığı, Taner’in şiirlerinin de ağırlığıdır. Söylenmiş sözü parçalayarak yeniden söyleme isteği, içte birikenin yarattığı sonsuz uçurum ve bu uçurumda suskunluk testinden geçen yol. Elbette bu yola varmadan önce yaşanan deneyimler daha sonra yaşanacak olanları da belirleyen bir yerde duruyor. Yaşamın şaire kattıkları ve ondan eksilttikleri, görülen ve görülmeyen, ancak her durakta hissedilen anılar, okura şu soruyu da yöneltiyor bir bakıma: benimle, benim acılarımı yaşamaya, hayatı birlikte hissetmeye hazır mısın?
Şairin, okurun zihnine kazıdığı bu soru, Taner’in şiirlerinin niyetine götürüyor bizi. Bu durumu Birhan Keskin, belli bir “hal” durumundan geçmek olarak nitelendiriyor. Buradan, şu noktaya varabiliriz, Mehmet Taner şiiri yaşamın dimağından soyutlanarak okunamaz. Onun şiirlerinin belki de bu kadar kapalı görünmesinin nedeni, yaşamı, sezgiyi, hissederek bir yerlere varmayı önümüze koymuş olmasıdır.  Şairin sezgisi kendi yolunu da sürükleyen bir iteleyici güç konumunda… Şair yola çıkarken, karşılaşacağı şeyleri tahmin ediyordu, duyumsuyordu ya da uzun süreli bir birikimin yansıması, kendisine şiiri özümsemek, şiirde kalarak “kendini yazmak” fikrini taşıyordu.  
Bu yazmak uğraşının yanında elinden alınanları geri alma eylemi de Mehmet Taner şiirinin odak noktası.            

Yaşamdan vazgeçer, çünkü yaşamı yeniden bulmak istiyordur. Donuk ve sisli bir yaşam silsilesinden kurtulmak için ona müdahale etmek hatta onu yeni bir yolla yorumlamak neredeyse bütün kitaplarının ana teması Mehmet Taner’in. Bunun yanı sıra yaşamın karşısına konulan yitim duygusu içten içe kıpırdayan bir arayışın ürünüdür. Olamama durumu, var olma eğilimine dönüşür.
Bir yandan “Beni hayata/Geri verdiğin sırada,/Orada olamam” derken bir yandan da onu orada bırakanlara karşı sistemli bir sesle “Kuru ayaza bıraktın beni” diye seslenir.

Bir veda düşüncesi gibi gözükse de aslında kalmanın mücadelesi vardır daha çok. Yapayalnız ve kimsesiz olsa da kendisiyle kendisi olarak kalmak…

Rindistan: Kendine Dönmenin Merkezi

Yakın tarihin bize sunduğu gerçeklere bakarak yaşadığımız coğrafyanın mutluluklar ülkesi olduğu söylenemez. Günümüz şiirinin aktığı yöne bu küçük ama büyük eşdeğerli ayrıntı üzerinden bakarsak yaşamın güzelliğine ve insanın erdemli bir varlık olduğuna, en azından böyle olmaya gayret gösterdiğine inanmak serinletmese de bazı durumları hafifletir. Şiirin bu güzelliğe, erdemli olma durumuna bir anlam yüklediğini onu işler hale getirdiğini varsaymak en hafifinden ucuz bir blöf olur. Sanatın özerk bir bölge olduğunu, şiirin bu özerk bölgeden de uzaklaşarak kendisine özgü bir ada inşa ettiğini unutmamak gerekiyor.

Kerem Bereketoğlu’nun İlk şiir kitabı Rindistan pek göz önünde bulunmayan ama yaptığı işlerle adından söz ettiren Oyun Yayınevi tarafından 2014’de yayımlandı. Rindistan, çok çağrışımlı bir kitap. Metinler arası göndermeler bir yana, şairin bireysel atıflarda bulunduğu okunmalar ya da içselleştirmeler kitabın bütününe yayılarak okuyucuya karanlık bir zemin hazırlıyor. Ancak bu zeminin ürkütücü bir yanı yok. İnsanın kendi gerçekleriyle yüzleşmesi gerektiğini vurgulayan bir altyapıya sahip. Bereketoğlu’nun kitabın ilk şiirine “Sordum. Nedir karanlık?” diye başlaması sadece şiir okuruna değil hayatın kendisine sorulan bir sorudur. Kitabı ilk okuduğumda bu Beckettvari başlangıç beni çok etkilemişti. Şiirlerin bütününe yayılan bu karanlık hava ironiyle beslenerek kendisine yoğun bir anlam alanı açıyor. Sözcüklerin aradığı karşılık buradan tezahür ediyor okura.
Sistemin dayattığı insan tipine karşılık “hayal kurmanın tek erdem” olduğunu söyleyen bir şiir kişisi var karşımızda. Persona, düzenin ona sunduğu kalıplara sığmak, onların vadettiği hayatı yaşamak istemiyor. Çünkü bu yaşamın önceden planlanmış bir yaşam olduğunu düşünüyor. Bu ayrımın bilinciyle hareket eden birey, kendisine yüklediği ağırlığı da yadsımayarak sürdürüyor yaşamını. “Sirkini sırtında taşıyanlara/Azımsanmak ağır gelmez” İlk soruya yani karanlığa dönerek gerçeği bulmaya çalışıyor şair. Gerçeğin içindeki gerçeğe dönmek durumu da diyebiliriz buna. Gündelik hayatın gerçekliğinden ve geçerliliğinden sıyrılan kendi adasını kurmaya çalışan bir gerçek: “Gecenin en karanlık sırrıdır karanlık.”    
Bereketoğlu, Rindistan’da şiirinin neye, hangi yöne doğru gittiğini bilerek hareket ediyor. Kendi durumunu bilmekle kalmayıp, bu bilme durumunu aynı mercekten bakanlara da sunuyor karşılık beklemeden. Hayatın içinde, kurulu düzenin şekillendirdiği yapıdan uzakta, çevresini gözlemleyerek kişiliğini korumaya çalışan şair, etrafında olup bitenlerden sorumlu olduğunun da bilincinde. “Geç Gelen Yaz, Pazar Arabaları ve Puştlar” adlı şiiri bu kopuşu somutlaştırmak açısından güzel bir örnek. “Kitabın sonunda anlarsın benimle aynı kişi olduğunu” derken şair, kopuşu sadece kendisine saklamıyor. Kopmanın gerekliliğini yansıtıyor yol arkadaşlarına. Çünkü şair için eski dost, para tedavülden kalkmıştır.

Modern insanın kabullenme duygusu başka durumları da etkileyerek bütün dünyasına saçılıyor, bunu engellemek için yapılan tercihler kişinin kendi özüne dönmesiyle mümkündür.  
Vazgeçilen şeyler kazanılan gerçeklere tekabül ediyor Rindistan’da. Yine de bir rulet durumundan söz etmiyoruz, Bereketoğlu okları kendisine çeviriyor daha çok. Elindeki olanaklarla düzene kafa tutan şair, o kısıtlılığın içinden bakıyor dünyaya, fakat o dar alan dilde derinleşerek koca bir merkeze dönüşüyor: kendine dönmenin merkezine. “Yeterince ince bir kâğıtla/Sökebilirsin her şeyi yerinden:”
Rindistan’ın şiir örgüsünü etkileyen bir başka kaynak da tarih. Şairin gezdiği, gördüğü, duyduğu yerlerin onda bıraktığı etkiler. Kendisinden önce gidenlerin baktıkları yerlere farklı açılardan bakma durumu. Yaşadığımız şehrin, coğrafyanın, kültürün üzerimizdeki etkisini göz ardı edemeyiz. Biz istesek de istemesek de bazen güzel anları tetikleyici bazen de yıkıcı durumlara sebep olabilir nefes aldığımız yerler. 
Hafızanın insanda yarattığı yük, hiçbir ağırlıkla eş değer değil ve insan sürekli o yükün peşinde, kendi sınırını arıyor. Sınırı ararken yapılan sınır ihlalleri, o muğlak geçiş, şiirin sonsuz varlığıyla devam edecek.  Yoğun yaşanan bu insani durumları sözcüklerin kendi dünyasından ayrı tutamayız. Şairin sözcüklerin dünyasına hesapçı bir yaklaşımla bakmaması, onları özenli ve titiz kullanmasına sebep olmuştur. Duru bir dille anlatıyor derdini Bereketoğlu. Bu anlatım imgenin tahribat gücünü azaltıyor. İmgenin azalması bir eksiklik olarak algılanabilir, tam tersi bir duraktan bahsediyorum oysa. Yerinde ve doğru zamanda kullanılan, bütünü önemseyen imgedir şiiri ayakta tutan.  Rindistan’ın bu tarz şiirlerden oluştuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Son olarak Oyun Yayınevi’nin kıymetli çalışmaları hakkında birkaç söz söylemek isterim. Edebiyat camiasında yayınevleri her geçen gün biraz daha ticarileşmeye doğru giderken edebiyata kendi çabalarıyla sağlam yapıtlar kazandırmaya çalışan küçük çaplı minimal yayınevleri, kıyıda köşede görünür gibi olsa da işin öyle olmadığı aşikâr. Oyun Yayınevi bu perspektifle hareket eden yayınevlerinden. Şiire verdikleri emeği, ısrarcı duruşlarını yürekten kutluyor ve destekliyorum.  

Kentin Belleği: Ali Yüce

Bazı insanlar vardır ki onlar kentin belleğini diri tutan isimlerdir. Antakya ve şiir dendiğinde Ali Yüce ismini ilk sırada anmamak şiir belleğimize haksızlık olur. Bugüne kadar birçok konuda yereli geri plana atarak hareket ettik. Oysa bir şehrin ana damarını sağlamlaştıran şey yerelliktir. Ancak bazen yerellik tanımı yanlış anlaşılıyor. Cemil Meriç’in ilmi, uzak diyarlara duyurduğu bu kentte, kentin taş binalarını, dar sokaklarını, insani yanlarını bilmeden yazacağımız şiir, yaşayacağımız hayat, duyumsadığımız dünya eksik kalır.

Yaşadığımız coğrafyanın dönemsel anlamda da ön plana çıktığı şu günlerde arayacağımız sonuç güncelin salık verdiği bilinçsizlik olamaz. Ali Yüce şiirinin en dikkat çeken özelliği aklın iktidarına teslim olmadan aklı kullanması, ironiyi kendi sınırlı içinde kuvvetli değerlendirebilmesi, yazdığı şiirin Türkçenin saflığından bir şey kaybetmemesidir. Ali Yüce şiiri, kentin belleğini surlarında gezinerek arayan, tutkusunu yitirmeyen bir şiirdir. Bu şiirin kıvrak bilinci, bize ciddi sorular yöneltiyor. Soruların cevabı Ali Yüce’nin şiirlerinde gizli.

Ali Yüce hiçbir zaman güncelin kısır döngüsüne ayak uydurmadı. Yaşadığı şehrin ona katacağı birikimi biliyordu. Artık manevi değerlerin çöküşe geçtiği çağımızda, geçmiş, insan oluşumuzun kırıntılarını bize sunan tek sığınaktır. Bir kentin tarihi dokusunu ancak onun geçmişini bilerek çözebiliriz. İşte Ali Yüce şiirinin bize sunduğu bir diğer özellikte budur: geçmiş.

Amin Maalouf ‘Ölümcül Kimlikler’ adlı kitabında şöyle diyor: ‘’Kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir.’’ Ali Yüce’nin şiir kaynaklarını oluşturduğu coğrafyadan pekte uzakta bulunmayan Maalouf, Lübnan’ın birbirine geçmiş yapısını birçok kitabında anlattı. Ancak bu kitaplarda anlattığı ‘kimlik’ oluşumu bildiğimiz kimlik tanımlarının çok ötesinde. Genel çağrışımların ötesine geçerek doğduğu ülkeden, kökünden, sözcüklerinden uzaklaşmayan Maalouf, kültürünü yazdığı kitaplarla evrensele taşımıştır. O zaman yerel motiflerden beslenerek evrensel bir kaynak oluşturmak bu coğrafyada yaşayan sanatçılar için ‘uzak ihtimal’ olamaz. Coğrafyanın kilit uçlarını birleştiren şey dildir. Evrensel bir dilin oluşturacağı atmosfer, kafalardaki paslanmış yerellik imgesini çürütecektir.

Günümüz Antakya’sında Ali Yüce’nin izlerini bulmak kaçınılmaz. Antakya’nın keşmekeş yapısını ‘bir kişilik dar sokağa’ sığdıran ama bu sıkışmışlıktan koca bir dünya yaratan imgelem, özümüzden uzaklaşmak yerine ona sımsıkı sarılmamız gerektiğinin de bir işareti. Bu işaretin bize sunduğu aidiyet duygusu, varlığımızın sağlam dayanaklarından. Ali Yüce’nin Antakya’sı modern dünyanın olanakları içinde kendi verimini tüketirken bir yandan da yeni atılımlarını gerçekleştiriyor. Birçok dergi sürecinden sonra (Amik, Taflan, Amanos Yazıları, Karalama…) eski ve yeni kuşağın bir araya gelerek oluşturduğu Amanos Edebiyat,  Ali Yüce şiirini yeniden belleklere kazıyan bir uğraştır. Bu uğraşın hiç sönmemesi dileğiyle…

Amanos Edebiyat 4. Sayı, 2015

Rengini Belli Et

1.        


Bazı dönemlerde "şair ismi" şiirin önüne geçmiştir. Şairin belli okumalardan geçerek şiirini dergilerde tartması beklenirken şair, güncelin ardına düşerek gününü kurtarmış, geleceğin onda yarattığı imgeyi bulmak yerine, verili olanın olanaklarıyla yetinmiştir. Bunun sonucu olarak o şairler ya kendi şiir ortamını yaratmış ve kümelenmiş ya da bir başka kümelenmenin içinde yer alarak merkezde olanın ismine övgüler yağdırmış, gene bir tepki alamadıysa bu sefer önüne gelene saldırmaya başlamıştır.

2.

Genç şair için merkezde "olmamanın" avantajları mevcut.
Bunu değerlendirmenin yolu ise şairin duruşundan, pratiğinden, bilincinden geçiyor. Bu kuşatmayı aşmanın nirengi noktası, okumak... Günümüz genç şairinin yeteri kadar okuduğu söylenemez. Hâlbuki şiir sadece yazmakla bitmiyor. Onun diğer şairlerden ayrılan özelliklerinin de olması gerek. Kimsenin kimseyi okumadığı bir dönemde bunu söylemek elbette hoş karşılanmaz. Ancak hakikat budur. İyi bir okur olmadan iyi bir şairde olunamaz. Genç şairin tek derdi kendi şiiriyle olmalı. Şiirinin alanlarını genişletmeli, bir hedef tahtasına odaklanmaktan ziyade, şiirin onda yaratacağı duyguyu sahiplenerek başkalarının değil kendisinin aynası olma uğraşını içine işlemelidir. 

3.

Bu olanakları değerlendirmeye çalışan, adı "genç" olan şair, bir tanımlama altında izlenmeyi sevmiyor. Çünkü onun okuduğu ustalardan, geçmiş arşivlerini karıştırdığı dergilerden, poetik metinlerden öğrendiği ve tattığı arzu bu değil. Ülke iktidarının verdiği bunalım, dayattığı kurallar, hayatına müdahale ettiği insanların çığlıkları zaten genç şairin omurgasında. Samimiyetin çürüdüğü deltaya birde "şiir ortamı"nın eklenmesi, genç şairin itirazını meşru hâle getiriyor.

4.

‘’Benim derdim ateşten bir alev çalıp kaçmak ve kendi ateşimi( belki de çaldırıncaya kadar) muhafaza etmek.’’ İşte genç şairin edinmesi gereken kaygı bu olmalı... Bir yere bağlanmanın vereceği mutlak iktidar kaygısını taşımak yerine, şiirin ateşini körükleyen genç şair, hem kendi olmanın erincini yaşayacak hem de şiire yeni bir soluk getirecektir. Bunu yapmasının yolu da içi boş tartışmalardan, koalisyonlardan uzak durarak adının değil şiirinin konuşulmasına öncelik vermesi.  

5.

Sürekli değişim halinde olan şiirin, hayatın sunduğu kabı hemen kabul etmesi beklenemez. Sadece şair değil, genel olarak yaşam havzasında toyluk evresini atmayan varlıklar yıpranmaya mahkûmdur. Toyluk evresini attıktan sonra sorgulama süreci şairin geçmişi reddetmeyen, ama ondan öğrendikleriyle geleceği inşa eden bir tutuma yönelir. Eleştirisel bakış açısı hakikati görmemezlik değil hakikati sorgulayarak doğruya erişmektir.

6.

Günümüz koşullarında genç şaire bu imkânın verildiğini düşünmüyorum. Verilseydi bu soruşturmayı yapmazdık. Bırakalım dinlenilmeyi, düşünme payının bile hiçe sayıldığı bir ortamda, "her şeyi en iyi ben bilirim." algısının dolaştığı yerde samimi bir şiirin yazıldığından söz etmek sistemin bir parçası olmayı kabullenmek anlamına gelir. Kendi kabuğuna çekilen, uslu uslu şiirini yazan "hayır" demenin ne olduğunu o mahzende çoktan unutan "olgun" şairlere sesleniyorum: Yazdığımız şiir, hayatı toz pembe görmek isteyen zihniyetlere karşı hayatın içinden geçerek rengini belli eden karaşın bir şiirdir.

7.


Şiir bir donanım meselesidir. Bilgi vermek için şiir yazılmaz ama şiir yazmak için bilgili olmak gerekir. Donanımının gücüne güven ve yüreğinin sesini dinle genç kardeşim. Rengini belli et!

Amanos Edebiyat 3. Sayı, 2015

*Bu yazı Dolunay Aker'in editörlüğünü yaptığı 'Genç, Şair ve İtiraz' dosyası için yazılmıştır.

Georges Perec ve Yaşam Kullanma Kılavuzu İçin Minimal Salvolar




1.

Paris sokaklarında dolaşırken uzun ve otantik bir bina düşünün kimsenin ilgisini çekmeyecek, birçok kişinin önünden geçip gittiği, gündelik yaşamın monotonluğuna terk edilmiş bir bina. Tüketim toplumlarının yaşantıları zaten böyle değil mi? Sınırlı ve sınırlılığın dışına çıkılamayan, çıkıldığında sistemin yok etmeye çalıştığı, bireylerin sıradan dünyaları farklı bir bakış açısının genişliğinden uzak, hayal etmenin boş vakit sayıldığı bir zaman dilimine empoze edilmekte. 
Georges Perec’in ‘Yaşam Kullanma Kılavuzu’  bu sınırlılığın içinde nasıl sınırsız bir dünya yaratabileceğimizin ve düzenin yarattığı panoramayı nasıl aşabileceğimizi gösteriyor. Hâlbuki anlatmak istediği bina kusursuz bir şekilde tasarlanmış, birbirinden farklı yapıların iç içe geçtiği, okuyucuyu tekrar başa dönmeye zorlayan ama asla tekrara düşmeyen bir yapboz. 
Perec, bu mükemmel ‘düzenli düzensizlik’te apartmanın bütün katlarını, odalarını, odaların içindeki kişileri, kişilerin eşyalarını, eşyaların tarihini ve gizil detaylarını kendi kurgusal örgüsüyle hissettirmeden anlatarak, okuyucuya her şeyin bir geçmişi bir ayrıntısı bir matematiği olduğunu aktarıyor. 

2.

Perec’in yaşamına baktığımızda da bu sistematik çabanın neden bu kadar aşıldığını görebiliriz. Çünkü o ikinci dünya savaşının yıkıcılığından payını çokça almış bu yıkım üzerine yaşamını oturtmuş bir yazar. Kişinin kendi iç dünyasını sorgulama arayışı sıradan dünyanın gerçekliğini gözler önüne sererek geçmişine gitmenin bir yolunu bulmakta. Kurgusal metnin kullanım alanı burada devreye girerek yazarın kendi içinde daralttığı sınırları dış mekânda sonsuz bir düzleme yayıyor, yitim duygusu ve etrafında olup bitenlerin artık onu tatmin etmeyişi olağan koşulların değiştirilmesini hatta karıştırılmasını öngörüyor. Ucu bucağı olmayan alanın verdiği özgürlük Perec’in harflerle, sayılarla, şey’lerle ve kendisiyle yüzleşme ama en çok vakti pusuya düşüren hesaplarla savaşma sürecidir. Ulaşmak istediği labirentin dayatmış olduğu sorular ve bu soruların sorunlara dönüşmesi hayatla kıyasıya girişilen bir ‘unutma’ düellosudur. Yani yazar ya o içtenliği yakalamak pahasına kendisine yeni bir metot kurmaya çalışacak ya da zamanın sildiği bir toz olma kaderini herkes gibi paylaşarak sistemin içine eklenecek. Bu yüzden Perec’den uzlaşan bir dil beklemek onun asla yanına yaklaşmak istemediği sıradan bir tavır olur.

3.

Bulanık olanı görünür hale getirmenin vermiş olduğu enerji yazmak ediminin ilk başlangıç evresidir. Donuk bir olay örgüsünün ilerledikçe gizemli karakterlerin maceralarına dönüşmesi, sonra onların hayat hikâyelerinde gezinerek anılara ve çocukluğa göndermeler yapılması, odanın grafiğini görsel şekilde kelimelere yansıtarak orada bulunma duygusunun hissettirilmesi Perec’in geri de kalanı hâlâ aradığının naif ve sinematografik işaretleridir. Ancak bu işaretleri birleştirdiğimizde bir sonuç elde edeceğimiz yanılgısına kapılmak yanlış bir çizelge olur. Perec’in vermek istediği boşluk duygusu yazarın bellek arayışı içindeyken ayrıca iz bırakmanın da izini sürmektedir. Yaşamı ve kurgusal olanı bölümlendirirken sezgi geri plana atılamaz.
Perec’in içsel dünyasından sonra şeylerle olan bağlantısı ayrıca incelenmesi gereken bir konu. Onun dünyasında şeyler bir insan tarihçesi kıvamında yer kaplıyor. Daha geniş bir coğrafya olarak baktığımızda çok doğru bir yönü duyurduğu aşikâr. Bir binanın ayrıntılarıyla başlayıp eşyanın kronolojisini çıkarmak sürekli karşılaştığımız bir olay değil. Eşyanın yani durağan olanın peşinden giderek, eşyaya sahip olanın reçetesini sunmak aslında bu.

4.

Yaşam Kullanma Kılavuzu şifrelenmiş bireyin çıkmazlarını anlatan ona pusulasını gösteren bir kitap. Hafızanın derinlerine inerek dile ve belleğe karşı samimi bir itiraz. Gerçek olgusunu sorgulamamızı sağlayacak gerçek ve kurgu arasında gerilen bir dünya. Perec’i okuduktan sonra yürüdüğünüz yolların, baktığınız evlerin, trafik lambalarının, zaman içinde gelişen her ayrıntının farkına varacaksınız. Zamanı fethetmek bu olsa gerek.

Mühür Dergisi, 59.sayı, 2015

Yeni Bir Tutuştur Çalışıyoruz

Dil bir imkânlar zinciridir. Bir o kadar da imkânı erteleyen alışkanlık belirtisi barındırır uğrak noktalarında. Özellikle kemikleşmiş ve gerçekliğe dokunmayan, salt dile odaklanan, dil için yaşayan bir şiirin imkânı da ölümcül olacaktır. Şiirin bu imkân aşamasında hangi beklenti içerisine girdiği sorusu ve bu sorunun getirdiği sorunlar dönem dönem değişiyor. Değişmeyen tek bir şey var, o da dile, dilde biriken tortulaşmaya, dili zararsızlaştırmaya çalışan her dönemin kanonuna karşı kalıplaşmış biçimi kırarak mücadele.   Bugünün kanonu 80’lerden devraldığı imgeyi bir tahribat unsuruna dönüştürerek görevine devam ediyor. İmge üzerinden yapılan bu gerçekliği silme, onun yerine uysal, uyumlu, yerinden memnun dil koyma aşaması, çatırdayandır. Modern şiirin bütün geçiş aşamalarında bu çatırdama sesini duyarız.

Mikâil Söylemez’in Edebi Şeyler “şiir” dizisinden yayımlanan ikinci şiir kitabı Buna Devrilebiliriz’de bu çatırdamanın ürünüdür. Bir kanon olarak okuyabileceğimiz İkinci Yeni, kendinden önceki kanonların türevidir. Kanon olmak maksadıyla ortaya çıkan bir türev değildir ama. Çatırdamanın gövdesini sağlamlaştıran, imkânın kırılmasındaki muğlak geçiştir. Söylemez’in şiirini ve özelde 2000’leri bu geçiş ve kırılma aşamalarıyla okumak bana daha doğru bir perspektif gibi geliyor. Tabi ki öncelikle 2000’lerin muradını özümsemek ve anlamak kaydıyla.
Hem politik hem de estetik pratiklerden kaynaklanan bu gerekli ayrım 80’lerin bakışıyla da ciddi, eleştirel bir diyaloga girişmiştir. Şiir içinde susan bir kuşağın, şiir dışında çok konuşmasının ironisi de bundan mütevellit gibi. 80 kuşağının güzele meyli, yaşama meylini uzaklaştırmıştır. Oysa kendileri orada vakit kaybederken referansları başka bir vakti yeniden yazıyorlardı.
Buna Devrilebiliriz, bilinçdışı bir dile odaklanıyor. Salt dili bozmakla gerçekleştirilen bir müdahaleden bahsedemeyiz. Dili bozarak oluşturulan imkân, aradaki boşluğu, çatırdamaları görmenin de önemine yaklaştırıyor bizi. Sözü kendisinin aldığı bir konuşmada tek taraflı konuşmaktan korkan bu yüzden ne konuştuğuna da dikkat kesilen zihin, o güne kadar elde tutulan her şeyi tersine çeviriyor. Modern şiirin lirik aklına itiraz ediyor elbette burada. Gerçeği görebilmek için gerçeği sonuna kadar götürmemek. Söylemez, temennilerde bulunan bir şiir yazmıyor. Dışına çıkılmadıkça değişmeyecek bir dilin imkânlarına dokunuyor, dokundukça verili olanın yapay gerçeğini görüyoruz. Lirik şiirin artık iyice ortaya çıkmaya başlayan, sözsel dünyası, güzellikler parodisi, 2000’lerin yaşamı ıskalamayan hışmıyla yıkılmıştır. Şiiri ve şairi zararsızlaştırmaya çalışan, ona bir kurum gibi yaklaşan, ondan düzenli cümleler bekleyen, onu dokunulmaz kılan çatırdayandır ve her çatırdama bir acemilikten doğar.
2000’ler şiirinin en çok odaklandığı şairlerin başında İkinci Yeni’nin ‘acemi efendisi’ Turgut Uyar geliyor. Söylemez’de başta Cemal Süreya, Edip Cansever, Nâzım Hikmet olmak üzere Uyar’a uğramadan geçmemiştir. Ama bu uğramayı diğerlerinden farklı kılan ince bir nüans Buna Devrilebiliriz’de mutlaka görülmeli. Söylemez dili sadece bozmamıştır, ona İkinci Yeni’den bu yana söylenmeyen somut bir imkân da eklemiştir:“yeni bir tutuştur çalışıyoruz./belki olmamış ağızlarımızda.”

                                                                


Lirik şiirin bugüne getirdiği kaynağı hor görmek anlamına gelmiyor bu söylediğim. Ancak tek bir noktanın verimleriyle sınırlı kalmak da şiirin çoğul dünyasını görmemizi engeller. Güncel süreç içerisinde sayısız olaylarla karşılaşıyoruz. Şairin yaşamın aktığı yönden kendisini soyutlaması, sadece belirli zamanlarda sesini yükseltmesi, hem bu tavrın gerçekliğini hem de samimiyetini azaltıyor. İktidarın dile dair uyguladığı müdahaleler, inkârlar, baskılar, güdümleme projeleri bu kadar açık ve netken, şairin ılımlı şarkılar söylemesi garip bir görüntüyü de çıkarıyor ortaya maalesef.

Dile bırakılmış bu huzursuzluk bombaları naif sözcükleri söndürüyor avcunda. Döngüsel ilerleyen şiirin dimağına yeni arayışlar fısıldıyor. Söylemez’in şiirini önemsiyorum çünkü bu arayışta deformasyon yok. Yerinden oynatılan gerçeklik kuru bir toprağa ya da dil içinde dile dönüşmüyor. Eğer böyle olsaydı o zaman imgeci şiirin dünyasından bir farkı olmazdı. Dili bozmak, genellikle onun içine etmek olarak anlaşılıyor. Dönüp baktığımızda neyin, neden gerçekleştiği idrak edemiyoruz. Bütün bu ayrıntılardan uzaklaştığı ama uzaklaşmasına rağmen gerçekliğini kaybetmediği için önemli Söylemez’in şiiri. Devamı daha da somut olacaktır diye umuyorum. 

Natama, 18-19, 2018


Roland Barthes'ın Dostluğu Hepimizin Dostluğu

Yeryüzüne iki kök olarak düşmüş bu iki ismin (Barthes ve Sollers’in) etrafında bazı konuları konuşmak aydınlatıcı olacaktır. Mektup ve iki ‘...