Önüne bir yol haritası süreceksin: ölçeği, rotası ne olacak? Hangi kitaplar arasından geçecek düşüncelerin, bir yanında Hermann Hesse diğer yanında her şeyiyle vatansız bir yazar, yazısının içine gömülmüş bir yazar: Thomas Bernhard. Ansızın, hiç farkında olmadan, kalem sıcak değilse, yazıdan, yazının içinde düşünmekten kopuyor insan. Gizine varamıyorum bu düşsel sapmanın. Ama insan başka bir yöne, başka bir rüzgâra sapınca kendisini buluyor.
Üç, beş, on yıl değil uzun yıllar susanların içinde biriken yazma enerjisi nasıl ortaya çıkartılır? İlhan Berk, Mustafa Irgat ve İzzet Yasar için “uzun zaman yazmadan yaşayabiliyorlardı.” diyor, “bütün has şairler gibi” Ama yine de bir eşiğin ortasına gelerek onlar da yazdılar yazgılarını. Konuşmayı seven bir toplum olduğumuz kadar yazıyla yaşamaya da uzağız. Bir kitabın içinden dünyayı görmek arzusu çok az kişide mevcut.
Fakat yakından tanıdığım, içini ve içlendiklerini bildiğim insanların yazmaması okuryazar kesiminin büyük bir sorunu. Kürenin bir ucunda yığınla kitap birikirken, yazılmayan kitapların vebali hepimizindir. Anlatılmayan anıların eksikliği yarım bir bellek oluşturuyor okur zihninde. Yazmamayı seçmek bir tercihtir! Yazamıyorum bir tercih olamaz. Yazamıyorum’u yazmak bile bir yazma biçimidir.
Nice yazarın derdini kendinden, kendi yaşantısından, kaygılarından, soluk almalarından çıkardığını biliyoruz. Kendini deşmek de diyebiliriz buna. Tanpınar’ın, Necatigil’in, Ahmet Oktay’ın, Turgut Uyar’ın, Ferit Edgü’nün ya da yazıyla iç içe olan herkesin yaptığı bu değil mi? Farklı biçimler, biçemler, anlatım şekilleri, görseller bir derdi görünür kılmak için yol olmuyor mu bize. Anlatmaktan kaçamaz insan. Anlaşılmak başka bir şey. Anlamak soylu bir durum ve hepsinin buluştuğu nokta: ortak kullanım alanına açılmaktan geçiyor.
Bu aklımızdan geçen her şeyi yazmalıyız/yazacağımız anlamına gelmiyor, yazmak uğraşının kendine özgü bir tartısı ve tartıdan sonra oluşan artıkları temizleyecek bir süzgeci vardır. Bu süzgeçtir aslında edebiyatı ayakta tutan. Kimi bu süzgece okurun söylediği der, kimi zamanın ortaya koyduğu ağırlık. Yazmanın en ağır koşuludur, zamana direnmek. Çünkü yazmak başkalarının yazdıklarıyla düşünerek yazmaktır. Bizden önce yazılanları okumadan, ölçmeden, süzmeden bir yere varamayız. Bachmann, her an yazmayı gerçekleştirebileceğini düşündüğünde yazmayı bırakmıştır. Yazmanın bedelini ödemeden yazmak ona göre değildi. Cahit Zarifoğlu, Mavera dergisine şiir gönderen genç şairlerden birine şöyle diyordu:
“Bize gelen hemen her çalışmaya kıyasla, sizinkilerde bir rahatlık var. Hiç acı çekmeden yazmışsınız gibi. Kelimeler sizin, duygular sizin, yazı malzemeleri de olunca oturup bol bol yazmışsınız. Bu rahatlığınızı adeta kıskandım.” Zarifoğlu’nun yakındığı bu durum yazıya gösterilen hürmetin güzel bir örneğidir. Bir o kadar da uyarıcıdır. İlla bedel mi ödemek gerekiyor, tabi ki hayır. Sadece yapılan işe emek harcamak kişinin kendisine olan güvenini de arttırıp onun başka projelere yoğunlaşmasını sağlıyor.
Öznel okumalarda kişi belli bir çıta koyar önüne. Okuduğu her metne oradan bakıp yorum yapar. Bir bakıma doğrudur ama eksiktir. Böylesi bir yaklaşımın okuyucuyu kısır bir döngüye sürükleyeceğini düşünüyorum. Bu tarz durumlarda çoğul okuma sıklıkla uygulanmalıdır. Eş güdümlü okunmalıdır bir şiir kitabıyla, roman. İkisinin sizi götüreceği yer önemlidir çünkü. Okunan kitapta düşünce, yazılan yazıda hiza unutulmamalı. Genel geçer okurun geleneksel tepkisine aldırış etmeden yazmalı ve okumalıyız. Hiza olayı bir eril sonucu gibi algılanmamalı. Dostoyevski’nin kılıç salladığı bir ortamda mihversiz dolaşmak bana akıl kârı görünmüyor.
Amanos Edebiyat
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder